Mehmet Özay                                                                                                            13.03.2024

Ramazan ayı, kutsallık, kardeşlik, Müslüman toplumların ekonomik yoksunluğu ve ulus-devletlerde azınlık hegemonlarla geniş yoksun kitleler ilişkileri üzerine, gayet önemli bir tartışmanın yapılmasına elverecek vesileleri içinde barındırıyor.

Bu noktadar hareketle, Müslüman toplumlarda ekonomik yoksunluk ve ulus-devletlerde özellikle ekonomi dünyası üzerinde hegemonların varlığı üzerine bazı görüşleri paylaşmakta ve bu konuyu, ilgili çevreler nezdinde tartışmaya açmakta yarar var.

Bireysel yardımlaşma

Henüz ilk birkaç gününü idrak etmekte olduğumuz mübarek Ramazan Ayı, Müslüman kitleler için öneminin pür dini boyutu kadar, dünyevi ilişkileri dini referanslarla şekillendirme anlamlandırma süreçlerinden biri olan ekonomik işbirliği, yardımlaşma vb. boyutlarıyla da öne çıktığı gayet önemli bir dönemdir.

Bu anlamda, yardımlaşma olgusunun sadece eş dosta, tanıdık tanımadık bireylere ve gruplara iftarlar ve sahurlar vermekle sınırlı olmadığı bir aydır Ramazan…

Bu noktada sadaka, fitre ve zekât olgularının ve uygulamalarının, bireylerin gelirleri ve ekonomik varsıllıkları boyutunda, “öteki” Müslümanı/Müslümanları gözetme sorumluluğunun işlendiği ve uygulamaya da geçirildiği bir dönemdir Ramazan…

Bu çerçevede, Ramazan ayının sonunda ulaşılacak bayramın “şeker” bayramı değil de, kavramın ilgili vurgusu yapılmak suretiyle “Fıtr” bayramı olarak anılmasını hatırlatmak gerekir.

Şeker’in çocuksu ve çoçuklarla ilgili “fıtr”ın ise, bireysel yoksunluklar ve ekonomik yapılarla ilgisi gibi birbirinden ayrışan gayet önemli bir vechesi bulunmaktadır. 

Yoksunluk ve zekât

Bu anlamda, Müslüman toplumlarda ekonomi yaşamında belirleyici olduğu ileri sürülen kurumlar vasıtasıyla, maddi anlamda yoksun kitlelerin gözetilmesi sorumluluğunun genel itibarıyla, bazı ülkeler dışta tutulmak kaydıyla, ağırlıklı olarak sivil yapılar çerçevesinde gerçekleştirilmektedir.

Bunun dışında, adına İslam ekonomisi denilen yapıların veya belki de çokça kendilerine İslam ekonomistleri denilen bireylerin ortaya koydukları husus, zekât’ın İslam ekonomisinin önemli araçlarından biri olduğu yönündedir.

Tarihsel olarak yerleşik yapılar kazanmış ve bu anlamda, kurumsallaşmış olduğu söylenebilecek sadaka, fıtr ve zekât’ın sağladığı ekonomik hareketliliğe kuşku yok.

Buna rağmen, bu araçların bir toplumun, tarihe karışmış toplumlar bir yana özellikle de, günümüz ulus-devletler denilen komplike ekonomik yapılara ve hareketliliklere sahip olan toplumlarında kurumsal olmakla birlikte, kalıcı bir çözüm niteliğinde görülmesinin tartışılmasında yarar var.

Nihayetinde, dinin genel ve temel kuralları arasında yer alan zekât’ın Müslüman bireye yüklediği sorumluluk ile adına devlet nizamı denilen geniş ve büyük yapılardaki ekonomik hareketliliklerin Müslüman toplumlara sağlaması gereken ekonomik yapıların yoksunluğu, zayıflığı ve hatta yozlaşmışlığını tartışmadan, zekât olgusu üzerinde, dini yardımlaşma süreçlerini ekonominin başat olgusu olarak zikretmek ve bunun bir anlamda, propandasını yapmak, sağlıklı bir düşünce ve/ya sağlıklı bir İslam düşüncesi çerçevesine uymadığını söylemek gerekiyor.

“Zenginler zekâtını verse yoksulluk ortadan kalkar” türünden gerçek-dışı ve gayet incitici söylemi bir tarafa bırakmak ve üretici ekonomi süreçler üzerinde kafa yormakta yarar var.

Onur ve üretken ekonomi

Müslüman toplumun, kendi içinde var olan bireylerin ekonomik yoksunluklarına çözümü ‘üretici ekonomi’ (productive economy) çerçevesinde ortaya koyması gerekir.

Bu çerçevede, İslam’ın dikkat çektiği örneğin onur, haysiyet (dignity), adalet (justice) vb. diğer ilkelerini bu alanla birlikte ele almak ve ekonomi alanının genişlemesi ve geniş kesimleri kendine yeter ölçülere taşımada, gerekli sağlıklı adımları atma sorunluluğu üzerinde durulmalıdır.

Bunu becerememiş olmanın nedenleri ve çözüm yolları üzerinde düşünmek yerine, aksine İslam’ın gayet önemli bir ibadet ve imtihan unsuru olarak zikrettiği ve bireyleri sorumlu tuttuğu bir alan üzerinden ekonomiyi şekillendirmeye çalışmak, kanımca devlet olarak sorumluluktan kaçmak anlamına geliyor.

Burada açıkça tekrar etmekte yarar var ki, zekât’ı sivil kurumlar ele alır ve kendi sağlıklı yapıları içerisinde gündeme taşırlarken, devlet ve devleti temsil makamındaki kurumsal yapılar ise Müslüman bireylerin yoksunluklarına yine, ekonomi kurumunun bağlamı içinde çözümler üretmekle yükümlüdür.

20. yüzyılın kendine özgü koşullarında küresel anlamda, pek de gün yüzü gördüğü söylenemeyecek Müslüman kitlelerin, genel itibarıyla ekonomik yoksunluklarının giderilmesinde başvuru kaynağı olarak zekât’a yapılan vurgu belki de, başvurulacak son nokta gibi durmaktadır.

Devlet ve hesap kitap işi

Bunun öncesinde yapılması ve hesaba çekilmesi gereken geniş bir kamusal alan bulunmaktadır. Bu hususa kısaca şu şekilde değinebilirim.

İslam toplumlarının sosyal, siyasal ve ekonomik geri kalmışlıkları üzerine yapılan değerlendirmelerde özellikle, siyasal ve askeri elitin ilgili ulus/devletleri yapılandırmalarıyla doğrudan bağlantısı olduğu aşikârdır.

20. yüzyılın ilk ve özellikle de, ikinci yarısı boyunca ortaya çıkan ulus-devlet bağımsızlıklarına paralel olarak, Fas’dan Endonezya’ya değin, geniş bir coğrafya ve Müslüman toplumu içine alan bu daraltıcı egemen alanın, ekonomi yapılanmaları üzerindeki belirleyiciliği, sorunun temelde salt siyasal egemenlik olmadığına işaret ediyor.

Bağımsızlık süreçlerindeki aktif rollerine dayanmak suretiyle ilerleyen süreçlerde, ülkelerinin gizli/açık yegâne sahibi konumunda oldukları söylemini dillendiren ve bu anlamda, ilgili ülkeleri yöneten siyasal ve askeri elitlerin ekonomi dünyasındaki varsıllıkları ile yönettikleri ve kendilerine egemenlik bahşettikleri geniş toplum kesimlerinin ekonomik yoksunlukları arasında açık bir çelişki kendini ortaya koyuyor.

Kimilerinina adına, ‘İslam ülkeleri’ dediği diğer bazılarının ise, ‘halkınn kahir ekseriyeti’ Müslüman kavramını kullanmayı yeğlediği bu ülkeler bütününü, İslam temel başlığı altında değrelendirmek gerektiğinde, olan bitenin daha da büyük travmatik bir duruma evrildiğini söylemek yanlış olmayacaktır.

Öyle ki, Batılı sömürgeci güçler karşısında kazanılan veya kendilerine yani, yerli ‘güçlere’ havale edilen bağımsızlıkların sanıldığının aksine, ilgili ülkelerin toplumlarının yani, Müslüman kitlelerin refahına olacak bir yönelik sergilememiştir.

Aksine, adına merkezi teşkil eden egemen kurumlardaki azınlık denilen elit kesimlerin ve bunların yereldeki ve kırsaldaki uzantıları ve ilgili ülkelerin ekonomi kurumları ve mekanizmaları üzerindeki egemenlikleri, sanıldığının aksine bağımsızlık sonrası mutlu, mesut, güvenlikli toplum inşa süreçlerinin gerçekleşemediğinin delilidir.

Geniş Müslüman toplumları, adına devlet denilen ve vatandaşlarının herbirini birbiriyle kanun önünde -ki, bu kanun İslam hukuku yani, şeriat (al-Shar) veya sivil yani seküler hukuk (secular law) olsun-, eşit kabul ettiği yönündeki ideal yaklaşıma rağmen, bu halkın önemli bir bölümünün ekonomik yoksunluklarla mücadelede, neredeyse tek başlarına terk edilmişlikleri ne ulus-devlet olgununu ontolojik ve ne de, bu ulus-devleti inşa edenlerin dayandıkları varsayılan epistemolojik temellerle uyuşmaktadır. 

LEAVE A REPLY