Mehmet Özay 20.11.201
İkinci Dünya Savaşı sonrasında bağımsızlığını kazanan ve ‘üçüncü dünya’ tabiriyle genelleştirilen ülkeler arasında halklarının kahir ekseriyeti Müslüman olan ülkeler de vardır. Kuzey Afrika’dan Endonezya’ya kadar uzanan coğrafyada ortaya çıkan yeni ulus devletler kendi iç sorunlarıyla mücadelede kadar, tarihsel olarak ortak değerleri paylaştıkları ülkelerle mevcut sorunları halletme yolunda da adım atmaya başladılar. Bu yönde önemli adımlardan biri hiç kuşku yok ki, eğitim alanında kendini gösterdi.
Bu konuda ilgili ülkeler yaptıkları ikili anlaşmalarda şu veya bu kaygıyla eğitim ve bilimsel işbirliklerine kapı aralayacak anlaşmalara imza attılar. Türkiye de, aynı veya benzer tarihi geçmişle bağdaşabilen ülkelerle bu türden anlaşmaları örneğin, bazı arşiv kütüphanelerimizdeki belgelerden hareketle 1950’li yıllardan itibaren ortaya koymaya başladı. Bu yöndeki işbirliklerinin ilerleyen dönemde, özellikle de 1980’lerin ikinci yarısı ve 90’larda hız kazandığına tanık olundu.
Özallı yılların dünyaya açılan Türkiye’sinde batı ile olduğu gibi, geleneksel ve tarihsel ilişkilerin olduğu söylenebilecek ülkelerin de bu süreçte gündeme geldi. O dönemin uluslararası eğitim ve kurumsallaşmaları bağlamında, İslam Konferansı Teşkilatı -ki bir süredir İslam İşbirliği Teşkilatı’yla anılıyor- ve donor ülkelerin girişimleriyle uluslararası İslam üniversiteleri adıyla kurumsallaşma süreçlerine dair tartışmalar gündeme taşındı.
Bu sürecin bir sonucu olarak uluslararası bir üniversite kurulmasına sıra geldiğinde, Türkiye’nin o dönemki üst düzey karar mercilerince bu fırsatın ‘kaçırtılması’, üzerine Malezya’nın kurt politikacısı 92 yaşındaki Dr. Mahathir Muhammed -Allah uzun ömür versin-, bu projeye evet demesi başkent Kuala Lumpur’da Malezya Uluslararası İslam Üniversitesi (IIUM) adıyla yüksek öğretim kurumunun hayata geçirilmesini sağladı. Şehrin o dönem yeni yeni gelişme gösteren bir bölgesi olan Petaling Jaya’da kampüsde eğitim öğretim faaliyetine başlandı.
Ardından, başkentin kuzeyinde şehir yerleşiminin bittiği noktada tropik ormanlara sınır bir alanda Malezya’nın diğer üniversite yerleşkelerine benzer, ancak mimari özellikleriyle farklılık arz eden geniş kampüste hizmete devam edildi. Bu üniversite, 80’li ve 90’lı yıllarda İslam coğrafyasının değişik köşelerinde yaşanan siyasi ve toplumsal çalkantıların da etkisiyle uluslararası öğrenci ve öğretim görevlileri için bir cazibe merkezi haline geldi.
Bangladeş’ten Sudan’a, Cezayir’den Maldivlere, Bosna’dan Pasifikler’e kadar geniş bir coğrafyadan öğrenci kitlesi, ülkelerindeki kargaşalıkların ötesinde ve dışında Malezya’nın ev sahipliğinde üniversite yaşamının sakin ortamına adapte oldular. Arapça ve İngilizce eğitim veren bununla birlikte çok farklı coğrafya ve ülkelerden öğretim görevlileri ve öğrencilerin varlığıyla uluslararasıcılık işlevini üstlenen bir kampüsten söz ediyoruz.
Bu sürecin oluşturulmasında ‘Bilginin İslamileştirilmesi’ gibi görece daha erken dönemdeki tartışmaların ve Malezya’da ‘İslami hareketlerin’ mevcut siyasi ortam tarafından kabulü ve benimsenmesinin de rolü olduğuna şüphe yok. Tabii, IIUM’i tek başına değerlendirmek mümkün olmadığını, bu üniversiteye değer katan unsurların başında Prof. Dr. Seyyid Naqib el-Attas gibi bir geleneksel ilim adamının varlığı ve oluşturduğu ve gelişimine katkı sağladığı kurumsallaşmanın yani İslam Düşünce ve Medeniyeti Enstitüsü’ne (Islamic Thought and Civilizaion –ISTAC) hak ettiği yeri vermek gerekir. Öyle ki, ISTAC adı belki de kimi ülkelerde ve bölgelerde IIUM’den öne çıktığı bile söylenebilir.
Ancak bu kurum, kuruluşunda rol alan aktörlerin Malezya siyasetindeki konumlarına paralel bir sürece konu oldu. 1996 yılında baş gösteren Güneydoğu Asya ekonomi krizinin Malezya siyasetine yansıması ve akabinde iktidar partisinden gelen ihraç kararı sadece ilgili siyasileri değil, bunların toplumsal karşılığı olan kesimleri ve hatta bu üniversite içerisindeki ‘bağlamlarını’ da etkileyecek bir düzeye ulaştı. Bunda en önemli darbeyi kanımca ilmi birikimi ve duruşuyla klasik bir ‘alim’ hüviyetine sahip olduğu söylenebilecek el-Attas aldı. Ardından belki de göz bebeği gibi baktığı ve büyüttüğü ISTAC… Bu süreçte, kadrolar dağıtılırken, kimisi yurt dışına, kimisi başka üniversitelerde göze batmayacak yerler edindiler.
Bu gelişme, hiç kuşku yok ki, geleneksel Malezya siyasetinin intikamcı doğasının en manidar bir şekilde ortaya çıktığı bir süreci gözler önüne serer. Ve bu kuruluş, gelişme/büyüme ve dağılma süreci salt bir üniversitenin değil, adına ‘uluslararası’ denilen bir yapının tüm birimlerine, tüm fertlerine sirayet edecek bir kırılmayı da beraberinde getirdi. Özerkleşme sürecini başarıyla gerçekleştirememiş üniversite kurumunun, Malezya gibi ‘Malay siyasetinin ve siyasetçilerinin’ her şeyi hiyerarşik bir düzlemde yapılaştırdığı bir siyaset ve toplumsal arenada üniversitede de elbette ki zaman içerisindeki gelişmelerden ‘hem olumlu/hem olumsuz’ payını aldı.
Bugün Naqib el-Attas gibi -Allah uzun ömür versin- elle tutulası, dünyaya bedel bir değeri kenara çekilmiş veya itilmişliği yaşıyor. Üniversite ise günümüz ‘Malay siyasetinin’ iktidar olma/iktidar kalma süreçlerine paralel olarak Malay milliyetçiliğinin kalelerinden biri yapılma aşamasını tecrübe ediyor. Bunu kampüs girişindeki sembolün nasıl ve neyle değiştirildiği üzerinden görmek bile kafi. Dünyayı temsil eden kürenin yerini ülkenin etnik Malay partisinin amblemlerinden biri olan ‘kris’le değiştirilmesinde ve bu krisin etrafını ‘İslami referanslarla ele alınabilecek bile olsa, yine bu partinin amblemlerinden ‘jawi’ yazıları süslüyor.
Dünün kuruluş yıllarının aktörlerinin yanında yetişen ‘idealist’ öğrencileri, profesörlüklerinin ardından, geçmişin üzerine sünger çekerken, yapılanlara göz yumar, duymazdan gelirken ne kadar hak edip etmediklerini sorgulama gereği bile duymaksızın kendi gelecekleri için makamların ve statülerin kapılarını aralıyorlar. İslam dünyasının 80’li 90’lı yıllarının siyasi toplumsal buhranlarının artık başka formlarda yaşanır olduğu günümüzde ise, bu coğrafyanın çocukları artık bu üniversitenin kapısından girmek için kuyruklar oluşturmadıkları gibi, onları almak için de pek can atan gözükmüyor.
Onların yerine, Malezya’nın diğer etnik grupları karşısında ‘pozitif ayrımcılığa’ tabi Malay öğrencileri -belki de en azından bir bölümü- böyle bir üniversitede öğrenim görmeyi ne kadar hak ettikleri soruları göz ardı edilerek üniversite kimliğinin yeniden şekillendirilmesinde birer araç olarak rollerini icra etmek üzere alınıyorlar. Yirmili, otuzlu yaşlarında üniversitenin, ilim yuvasının ortamında yetişen ve burada yirmibeş otuz yıl saçlarını ağartan ve hizmet veren kıymetli hocalara hak etmedikleri şekilde kapı gösteriliyor.
Bu üniversitenin, ‘ilmi-bilimsel’ faaliyetler noktasında nerede durduğu ise herhalde izaha yer bırakmayacak açıklıkta olsa gerek. ‘İslami bankacılık’ bölümüyle ve buradan mezun olan öğrencilerin pazar payının büyüklüğüyle meşhur olduğunu gururla o toplantıda bu toplantıda ilân eden üniversite yetkilileri başta bu ülkeye ve sonra bölge ülkeleri ve İslam coğrafyasına mal olacak kapsamlı ve dikkat çekici araştırma faaliyetleri, yayınlar vb. akademik süreçler konusunda ağızlarını aç/a/mıyorlar.
Malezya gibi Güneydoğu Asya’da farklı kültür ve medeniyetlerin kesiştiği ve hatta ülkenin turizm bakanlığınca seçilen sloganında da olduğu gibi ‘Malezya gerçek Asya’ (‘Malaysia truly Asia’) sözünün karşılığı olabilecek ve abartmadan söylemek gerekirse sosyal bilimlerin her alanında çok çeşitli çalışmalara el atabilecek bir yapılanma ortalıkta gözükmüyor. Sayıları ve istatistikleri istediğinde çokça ve severek kullanan bu ülke yetkilileri, diğer üniversitelerle kıyaslandığında bile bu ‘uluslararası’ üniversitenin ilmi ve akademik değerinden epeyce fire verdiğini açık yüreklilikle ortaya koyup, bunu tersine çevirme adına bir çaba içine gir/e/miyorlar.
Naqib el-Attas başta olmak üzere bu üniversiteye yaşamını adamış kıymetli hocaları bulmak, biraraya getirmek, böylesi bir alt yapısı oluşturmak her zaman mümkün olacak bir şey değil(di). Ancak aradan geçen otuz beş yılın sonunda Malezya oluşturduğu bu imkânı kendi elleriyle sonlandırmayı başarmış gözüküyor.
Model ülke olmak, böyle bir şey olmasa gerek!