Mehmet Özay                                                                                                            16.02.2024

‘Yalan söyleyen tarih utansın!’ ifadesi bizi yakından ilgilendirmeye devam ediyor…

Bir dönem öne çıkan bu ifade, bir eserin başlığı olmakla, yaşanan toplumsal değişimlere yönelik bakış açısındaki aksaklıklara, yanlışlıklara, kasıtlı ve bilinçli manipülasyonlara gönderme yapıyordu.

Bununla birlikte, bir eserin başlığı olmanın dışında ve ötesinde anlamları içinde barındırıyor ve bu süreç, halen farklı boyutlarda devam ediyor.

Yalan söyleyen “özne” kim?

‘Yalan söyleyen tarih utansın!’ söylemindeki öznenin kim olduğu gizli tutulmak kaydıyla, geçmişte yani, tarihte yaşanmış ilişkilerin nasıl yeniden ve ancak, yanlış bir şekilde inşa edildiğini bizatihi ‘tarihi’ suçlayarak ortaya konuluyor.

Tarihi ‘yalancılıkla’ suçlamanın aslında, öznenin bizatihi kendisinden gizlenmenin, ondan gelebilecek zorlamaların, kışkırtmaların, belki de çeşitli türlerdeki baskıların önünü alma adına yapıldığı söylenebilir.

Bu ifade, ‘sen, yalan söylemiyorsun’ veya ‘sen, tarihe yalan söyletmiyorsun’u açıkça ortaya koyamamanın getirdiği bir zorlukla başvurulmuş bir çözüm olarak düşünülebilir…

Aslında vurgu, “tarihe yalan söyleten Sensin…” ve “bu yalan söyletmenden ötürü utanmasın gereken de, yine Sensin…” demek olduğu ortada. 

Bununla birlikte, bu söylemin izah etmek istediği hususun tarihin bizatihi, başta tarihçiler olmak üzere gazeteciler, yazarlar, entellektüeller, akademisyenler, politikacılar gibi topluma yön ve bağlam oluşturmaya çalışan çevreler tarafından nasıl, kasıtlı ve bilinçli bir şekilde yeniden üretilebileceğini gösteriyor.

Bilgilenmeme/bilmeme arzusu

Bu söylemin dile getirildiği dönemden epeyce bir süre sonra, bizatihi saha araştırmaları yaptığımız dönemde karşılaştığımız bir başka irkiltici durum vardı. O da, “… Bırak öyle kalsın… Öyle bilsinler!” söylemiydi.

‘Bırak öyle kalsın’dan kasıt, ‘bizim denilen’ tarihimize dair bazı olguların olmadık denli abartılı şekilde ya da kasıtlı veya kasıtsız yanlış bir şekilde ifade edilmesinden ve/ya bilinmesinden tevarüs eden bir tarih anlayışı karşısında ‘irkiltici’ dediğim durumdur.

‘İrkiltici’ diyorum, çünkü tarihi manipüle etmenin, doğrudan ve acımasız bir tutumu yansıtıyor  bu tutum…

Yani, ‘kuru ve boş bir gurura’ kapılarak, ‘bizim tarihimize dair’ gerçekliği ‘öteki’ne anlatmak yerine, ‘bırak öyle kalsına’ müracaat ederek, “… Nasıl olsa adam bizi yüceltiyor, boşver yücelte dursun…” düşüncesine evrilen manipülatif ve pür cahilane bir tutum olarak karşımıza çıkmasıdır.

“Yalan söyleyen tarih utansın” söyleminde, tahmin edilebileceği üzere, “tarihin utanmasını” ifade eden söylemi ortaya koyan kişinin, siyasi ve/ya entellektüel tutum ve yaklaşımı dikkate alındığında hedefinde diyelim ki, Cumhuriyet dönemi varken, ikincisinde yani, “Bırak öyle kalsın…” söylemini dile getiren kişilerin hedefinde Osmanlı geçmişi olduğu görülür.

İdeolojik, siyasal, kültürel bağlamları dikkate alındığında, birbirinden gayet farklı zeminlerde duran bu iki tutumun aslında, ortak bir yönü bulunuyor.

O da, tarihe yalan söyletmeyi kendine şiar edinmeleri bağlamındaki benzerlikleridir…

Olgunlaşmayan bir tutum

Ortaokul ve lise sıralarında, -hadi, üniversitenin birkaç yılını da buna ekleyelim- fark edilmeye başlanılan toplumsal ideolojik boyutlar karşısında, genç bireylerin kendi devinimleri içerisinde, tarihin bir alanına ‘yüklenip’ diğer büyük alanlarını göz ardı eden ve bu yüklenilen alanı yüceltici veya kültür ve düşünce dünyamızdaki kavramla ifade etmek gerekirse, ‘tabulaştırma/putlaştırıcı’ sürecinin, ‘tarihe yalan söyletmekten ziyade’, henüz öğrenme safhasında olmanın getirdiği heyecanla açıklanabilecek ve mazur görülebilecek bir durum olduğunu söyleyebiliriz.

Bununla birlikte, üniversiteden mezun olmaya aday ile mezun olmuş ve ardından, akademisyenliğe başlamış; ya da üniversite mezunu olup yukarıda dikkat çektiğim, topluma yön ve form kazandırma amacındaki meslek ve statü grupları yani, gazetecilik, yazarlık, entellektüellik, akademisyenlik ve politikacılık gibi alanlarda varlık süren kişilerin ‘tarihe yalan söyletme’ konusunda bir çaba içine girmelerinin ‘heyecanla’ ilgisi yerine, çokça kasıtlı bir şekilde ortaya konulan ‘cehaletle’ ilintisi olduğuna şüphe bulunmuyor.

Standart bir ifadeyle, eğitim-öğretim olgusunun bireylere yüklemek istediği ‘serbest düşünce’, ‘bağımsız karar verebilme’, ‘deney, araştırma, analiz, yorumlama’ vb. taksonomi süreçlerini birbiriyle ilintili bir şekilde yani, mantıki bir silsile içinde ortaya koyma becerisi kazandırması yönündeki yaklaşımlarımızın, ‘tarihe yalan söyletme’ işinde mahir olanlarca anlaşılmadığı görülüyor.

Tarihe yalan söyletme konusunda, gayet ısrarlı bir süreci yönetebilme becerisi gösterebilmelerinin bu grup içerisinde yer alanların, ‘tersinden’ bir ‘istikrara’ sahip oldukları da ilginç bir durum olarak ortaya çıkıyor.

Ancak, bu ‘istikrarın’ kelimenin tüm bağlamını aşarak yıkıcı bir mahiyet taşıdığına da kuşku bluunmuyor…

Tarihi geçmişin, sadece modern ulus-devlet yapılanmasına kaynaklık eden bir olgu olmadığı, haddi zatında tarihin en azından yazılı evreleri dikkate alındığında, bir topluluğun oluşturduğu siyasi yapının ve bunun ürettiği toplumsal evrenin varlığını anlamlandıracak ve süreklilik kazandıracak şekilde bir ‘tarih’ anlayışının olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Ancak, bu söylemin, geçmişte yaşanmış olanlara dönük yaklaşımın ‘tabulaştırma/putlaştırıcı’ mahiyetinde olunmasının, söz konusu ilgili toplumun veya genel itibarıyla insan toplumlarının ilerlemesi, gelişmesi süreçlerine pek bir katkısının olmadığını yine, ‘tarihi gerçekler’ bize gösteriyor.

Boş bir gurur üzerine inşa edilmiş olan ‘geçmiş ilişkiler’ ağının, ne bu geçmişi yanlış yorumlamayı kasıtlı ve bilinçli olarak iş edinmiş olan çevreler, ne de bu geçmiş ilişkileri anlamaya çalışan dışarlıklı toplumlar için bir veri ve anlam taşıdığı söylenebilir. 

Burada dikkat çekilen ‘boş gurur’ olgusu bizatihi, bize ilgili toplumun ‘tarih’, ‘tarihsel gelişmeler’ başta olmak üzere, insan ve toplum ilişkileri ile bunları yapılandıran çok çeşitli olgular zincirine dair zaafiyetinin ne denli büyük olduğunu açıkça ortaya koyuyor.

Küçümsemek bir yana, toplumsal ilişkilerde konumları ve ilgileri dikkate alınarak söylendiğinde sıradan insanların, tarihe dair böylesine bir yüceltici, tabulaştırıcı, putlaştırıcı form ile zihniyetlerini onarmaları bir şekilde anlamlı görülebilir.

Ancak, toplumda edindikleri yer itibarıyla genel okur-yazarlar çevrelerin, gazetecilerin, yazarların, entellektüellerin, akademisyenlerin ve politikacıların tarihte olan bitenleri anlama ve anlamlandırma çabalarında benzer bir süreci ortaya koymaları yadsınması gereken bir durumdur.

Aslında, kendisinden utanmasını beklediğimiz ‘tarih’ değil aksine, bu tarihi kendi bireysel, grupsal/cemaatsel, toplumsal, siyasal çıkarları için değiştirme, dönüştürme, gerçekliği var olan veriler, mantıksal yorumlar vb. süreçlerle ortaya koymama, manipüle etme vb. süreçlere tabi tutan başta, tarihçiler olmak üzere topluma yön verme konumunda görülen kişi ve gruplar olmalıdır.

LEAVE A REPLY