Mehmet Özay 07.01.2024
Eğitim-öğretimin kamusal alanda görünürlülüğü, modern dönemin en önemli göstergelerinden biri olduğuna kuşku yok.
Batı Avrupa’daki eğitim-öğretim olgusunun kurumsal boyutta ortaya konulması, aydınlanma ve ardından endüstri devrimi süreçlerine paralel olarak gelişen ve nihayetinde insan iş gücü talebi/açığı ile bağlantılıdır.
Temelde, Avrupa Aydınlanması’nın (European Enlightenment) doğrudan tezahürü olan eğitim-öğretim kurumları ve bu kurumların toplumun geniş kesimlerine ulaştırılmasını hedefleyen evrensel eğitim mekanizmasının hedefinde, var olan insanı taleplere binaen yeniden biçimlendirerek, ekonomik-politik sistemin ihtiyaç duyduğu bir fortama ve düzeye taşımayı amaçlar.
Bilim devriminin yansıması olarak endüstrileşmenin ve bunun gündelik yaşamdaki karşılığı olan makineleşmenin ve teknolojikleşmenin hem ürettiği, hem de bu yapıları üreten insan iş gücünün varlığı, kritik bir önem arz eder.
Bir anlamda, insan faktörünün sanki, mekanik ve teknolojik ürünlerin önüne geçmiş intibaı veren bu eğitim-öğretim kurumsallaşması, detaylara bakıldığında aslında, endüstrileşme ve teknolojikleşmenin başat bir olgu olarak gelişme kaydetmesiyle, toplumu yeniden yapılaştırmanın vasıtası olarak insan iş gücüne ihtiyacı körüklemesinin bir sonucudur.
Bu girişle kastım, küresel toplumların değişim ve dönüşümlerini belirleyen Batı Avrupa merkezli Aydınlanmanın ürettiği düşüncelerin, doğrudan yansıması olan eğitim-öğretim kurumlarının varlığına kısaca dikkat çekmek.
Teknoloji ve insan üretimi
Teknolojinin birkaç yüz önce başlayan serüveni ve bu süre zarfında ürettiği insan varlığı ile özellikle, son yirmi yılda karşımıza çıkan ‘internet çağı’ (internet age) ve akabinde gelen ilintili ‘sanal’ alemler (virtual spaces) kavramı bize, eğitim-öğretim kurumlarında ne tür bir insanın üretildiği ve bu üretilen insanın var olan endüstrileşme ve/ya daha doğru bir ifadeyle, ‘internet çağı’nı ne şekilde yapılandırdığı sorusunu gündeme taşımamızı zorunlu kılıyor.
Din, toplum, kültür, coğrafya farkı gözetmeksizin, insan ve eğitim-öğretim üzerine düşünen her zihnin eleştirel yaklaşacağı bir durumla karşı karşıya olduğumuz bir gerçek.
Bu durumun, haddi zatında modernitenin tutarsızlıklarının (modern inconsistencies) keşfedilmeye başlandığı dönemden itibaren var olduğunu söylemek gerekir.
Ancak, diyelim ki, yüz elli, iki yüz yıl önce hissedilmeye ve keşfedilmeye başlanan modern tutarsızlıklarla mücadelede felsefi yaklaşım ve buna dayalı veya paralel olarak gelişen dini yaklaşımların verdiği cevaplar ile endüstrileşmenin ve teknolojikleşmenin ortaya koyduğu hız ve talep, birbirine zıt paralellikler olarak gelişme göstermiştir.
Bu durum, bize var olan ve geliştirilen eğitim-öğretim kurumlarıyla, ekonomi-politik yapıya hakim olan sistemik yapının yani, kapitalizmin doğrudan ilişkililiğini göstermektedir.
Önce, Batı Avrupa merkezli olarak ortaya çıkan bu yapının nihayetinde, bilinen tarihsel ve sosyolojik süreçlerle, -içerisinde Müslüman toplumlar da olmak üzere, dünyanın farklı toplumlarına ulaştığı ortadadır.
Eğitimin eko-politiği
Bu durum, aslında başta Batı Avrupa olmak üzere diğer toplumların kritik eşikle karşı karşıya olduklarını gösteriyor. Bu kritik eşik, eğitim-öğretim olgusunun mevcut ekonomi-politiğin bir aygıtı mı olduğu yoksa, kendinde anlamlı bir bütün mü teşkil ettiğiyle ilintilidir.
Bir başka ifadeyle söylemek gerekirse, eğitim-öğretim kurumlarının varlığının, bize nasıl bir insan modeli ve toplum yapısı oluşturmak istediğimizle doğrudan bağlantılı bir yönü olduğuna işaret ediyor.
Batı Avrupa’nın bu süreci nasıl atlattığı -veya atlatamadığı- meselesi bir yana, diğer toplumların özellikle de, Müslüman toplumların eğitim-öğretim işinde neyi hedefleyip nereye geldikleri ve bundan sonra, ne yapmak istedikleri üzerinde dikkatlice düşünmek gerekiyor.
Bir yandan, kendi ayakları üzerinde durmaya çalışan Müslüman toplumlar ile bu süreci, Batı’daki kurumsal yapılara -ki, burada düşünce ve eğitim kurumları öncelikle yer alıyor-, entegre olarak geliştirmek ve sürdürmek isteyen Müslüman toplumun elitlerinin, -ki, bunlar arasında herhalde öncelikle düşünürleri, eğitimcileri, felsefecileri, alimleri, akademisyenleri, siyasetçileri, bürokratları vs. saymak gerekir-, temelde felsefi (philosophical), epistemolojik (epistemological) ve kurumsal (institutional) değişimleri nasıl algıladıkları ve ne tür bir yapılaşma sergilediklerini, bugünden geçmişe doğru izleyerek ve/ya geçmişten bugüne doğru bir kronoloji takip ederek yeniden değerlendirmek gerekiyor.
Endüstrileşme ve teknolojikleşmenin 21. yüzyılla birlikte ulaştığı noktanın ‘çığır açıcılığı’na kuşku yok…
Ancak, bu açılan çığırın insan tekine ve topluma, ‘insan olmanın’ önem ve mahiyetine dair, ne türden bir katkısı olduğu sorgulanmaya değerdir. Burada sorunun tıpkı, 19. yüzyıl ortalarından itibaren başlayan ‘evrensel eğitim’ (universalization of education) olgusunda olduğu gibi, “Nasıl bir birey ve nasıl bir toplum istiyoruz?” sorusuyla bağlantılıdır.
Geri kalmışlık ve Batılılaşma
Tekrar olmakla birlikte, özellikle Müslüman toplumların, -diyelim ki, 17. yüzyıldan itibaren başlayan ve geri kalmışlık, reform vb. süreçlerine paralel olarak gelişen eğitim kurumsallaşmasının temelde Batı’yı yakalama hedefiyle hareket ettiği ortada.
Bununla birlikte, bu uzun geçmişte, ‘geleneksel eğitim’ (traditional education) kurumlarının -eklektik bir yapıyla da olsa, bir şekilde varlıklarını sürdürdüğü düşünülse de, ‘geri kalmışlık’ söyleminin de hedefine oturdukları bir vakıa. Bu fotoğraf bize, ortada gayet çetrefil bir durum olduğuna işaret ediyor.
Yukarıda ifade ettiğimiz üzere, sömürgecilik dönemiyle birlikte Müslüman toplumların modernleşmeyle ve modern eğitimle yüzleşmeleri gerçeği, bu toplumların -genelleyerek ifade etmek gerekirse,- modernleşmeye tepkileri veya modernleşmenin Batılı sömürgeci yapılar eliyle gelmesine gösterdikleri tepkiyle, -velev ki, çocuklarını Batılı öğretim kurumlarına göndermiş olsalar da-, enformel eğitim süreçlerinde çocuklarına dini, kültürü, geleneği, yerelliği aktaracak mekanizmaları uygulamaya geçirmişlerdir. Bu sürecin, ne tür zihni kırılmalara veya zihni gelişmelere yol açtığı yine araştırılmaya matuf bir konudur.
Müslüman toplumlarda eğitim-öğretim sorununun sömürgecilikten bugüne uzanan serüveninde, belirleyici hususun modernleşme (modernization) olduğu ve bu anlamda, hedefin Batılı gelişmiş ulusları -daha doğrusu, bu ulusların oluşturdukları teknolojik ortamı- yakalamaya ve böylece, kendilerini bu gelişmiş uluslarla eşleştirmeye adandığı ortada.
Ancak, Müslüman toplumların, Batı’da yaşanan değişimleri öğrenme ve orada ortaya çıkan eğitimi-öğretimi, felsefeleri, politikaları ve kendi içinde ürettikleri alternatifler konusunda pek de haberdar ve istekli olmadıklarını söylemek gerekir.
Bu durum, diyelim ki, Batı’da var olan ve dönemine göre yani, endüstrileşme ve teknolojikleşmeye paralel olan ancak, bu yapıya alternatif teşkil edecek eğitim-öğretim felsefeleri, politikaları ve uygulamalarının neler olduğu konusunda bilgilenme, bu var olan yapıya eleştirel yaklaşma gibi süreçlerin yaşanmadığını söylemek yanlış olmayacaktır.
Neyi inşa ediyoruz?
“Nasıl bir birey ve nasıl bir toplum inşa etmek istiyoruz?” sorusunun yaşanan ‘internet çağı’ ve ilintili süreçlerinde, daha da büyük anlamlar içerdiğine kuşku bulunmuyor.
Bugüne dair biçilen bu yaklaşım, bizim, bir anlamda geçmişe yönelik nostaljik bir yaklaşım içerisinde olduğumuz şeklinde değerlendirilmemelidir. Nihayetinde, yukarıda farklı dönemlere dair dikkat çekmeye çalıştığımız husus, her bir dönemi kendi içinde değerlendirirken, eleştirel bir tutumun takınılması olduğu gizli/açık ortadadır.
Bunu söylerken, benzer bir eleştirelliği bugün için yapmanın çok daha büyük bir zorunluluk ve sorumluluk olduğunu vurgulamak istiyorum.
Bu çerçevede, son yirmi yılda ortaya çıkan teknolojik değişimlerin eğitim-öğretim kurumlarında ‘araçların’ geliştirilmesine yaptığı görünür/fiziki katkıya karşılık, birey ve toplum gelişimine, niteliğine, özelliğine yaptığı katkı arasında ters bir orantının doğduğu konusuna şüphe bulunmuyor.
Bunun, izlerini Müslüman toplumlar kadar, Müslüman olmayan toplumların, ülkelerin eğitim politikaları, eğitim tartışmaları ve ilintili alanlarında gözlemlemek mümkün.
Nihayetinde, eğitim-öğretimin ulus devletlerin birincil alanlarından olduğu dikkate alındığında, hiç kuşku yok ki, internet çağının getirdiği ve oluşturduğu ortamın söz konusu, eğitim-öğretime nasıl yansıyacağı da tartışma alanına doğrudan girecektir.
Araçlar ve amaçlar
Gayet klasik bir ifadeyle, araçların amaçlar haline getirildiği bir süreç yaşadığımız kesin…
Burada, 19. yüzyıl ortalarında gelişme gösteren eğitimin evrenselleştirilmesiyle, bu politikayı ortaya koyan -diyelim ki, birkaç Batı Avrupa ülkesinin neyi hedeflediği ve bu politikayı ortaya koyan Batılı beyinlerin neyi, niçin hesapladıklarını yine geçmişe dönüp bakarak, araştırarak bulabilir ve anlayabiliriz.
Bu noktada, aradan geçen süre zarfında endüstrileşmenin/teknolojikleşmenin, kendinde bir değer olarak ortaya çıkan bireyi/insanı/toplumu anlamlı bütünler olarak inşa etmekten ziyade, maddeyi tekrar ve yeniden inşa etme (recurring reconstruction) ve öncelleme süreçlerinin egemen olduğu keskin bir şekilde hissedilmekte ve gözlemlenmektedir.
Bunu, diyelim ki, doğuda ve batıda inanç olgularının geldiği aşama ile eğitim-öğretim kurumlarının ne tür bir nitelik kazandıkları, ilgili ulus-devletlerde ne türden alternatif politikalar geliştirilmeye çalışıldığı veya ilgili ulus-devletlerde farklı toplum kesimlerinin resmi/formel eğitimin dışında ve ötesinde, ne türden alternatif eğitim arayışları içinde olduklarına bakarak değerlendirebiliriz.
Şayet eğitim-öğretimden kasıt, -ki yukarıda dile getirilen argüman buna işaret ediyor, endüstrileşme ve teknolojikleşmeyi artıracak ve bu iki oluşuma hizmet edecek kitleleri üretmek ise, burada gayet önemli bir sorun olduğuna kuşku yok.
Ancak, bunun sorun olması, yaşanan örneklerin gösterdiği üzere, bireylerin, ailelerin, öğretmenlerin, okulların, eğitim bakanlıklarının vb. çözüm için tüm enerjilerini sarf ettikleri anlamına da gelmiyor.
Bu anlamda, ortada bir atıllık olduğuna kuşku yok. Öyle anlaşılıyor ki, herkes gayet pragmatik ve faydacılık eksenin hareket etmeyi kendine -ve bunu ötekinden sakyalarak yapma gibi politikalar geliştirerek- yakıştırmış gözüküyor.
Günümüzde herkesin dilinde olan ‘gerçeklik sonrası/ötesi’ (post-reality) söylemi üzerine ciddi anlamda gidilmesi gerekirken, sanki bu illizyonist gerçekliğe gizli/açık teslim olma yolu tercih ediliyor.
Aslında, yapılması gereken, gerçekliği üretenin bizatihi insan teki olduğunun yeniden keşfidir. Ve bu insan tekinin nasıl ve ne şekilde donatıldığı, donatılması gerektiği üzerinde önemle durmak gerekiyor.
Burada, yapmaya çalıştığımz vurgu, hiç kuşku yok ki, insan tekinin eylemlilik tarafının ve bu bağlamda değişimi yönlendirebilme yetisini içinde/bünyesinde barındırıyor olmasıdır.
Gelinen noktada, 21. yüzyılla birlikte karşımıza çıkan internet çağı ve ilintili süreçler karşısında, diğer toplumlar bir yana, Müslüman toplumların eğitim-öğretim olgusunu okul öncesinden yüksek öğretime değin yeniden ve uzun erimli olarak ele almaları gerekmektedir.
Okul-kampüs mekânı, öğrenci-öğretmen/öğretim görevlisi ilişkisi, öğrenci-veli ilişkisi, öğretmen/okul/yüksek öğretim-veli ilişkisi, eğitim politikası ve bu politikanın oluşturulmasında yukarıda zikredilen tüm çevrelerin katkısı vb. süreçler başta olmak üzere eğitim-öğretim kurumunun yeniden nasıl yapılandırılacağını ele almak gerekiyor.