Mehmet Özay                                                                                                            09.07.2024

Batı dünyasının güvenlik şemsiyesi olarak bilinen NATO 75. yılını kutlarken, Atlantik merkezli yapılaşmasını Hint-Pasifik’e yönetmek suretiyle güvenlik paradigmasında önemli bir değişime gidiyor.

Kuzey Atlantik Paktı (North Atlantic Treaty Organization) yani, NATO bu süreçte güvenlik şemsiyesini, Atlantik’in iki yakası ve özellikle de, Batı Avrupa’dan, Hint-Pasifik’e doğru genişletiyor.

Bu süreçte, NATO’ya Avrupa kıtasından -ki, en son örneğini İsveç teşkil ediyor- ve Pasifik bölgesinden yeni üyelerin eklenmesi küresel güvenlik olgusunun yeni bir evreye girdiğinin kanıtı olarak kabul etmek gerekiyor.

Savaş sonrası ve NATO

2. Dünya Savaşı sonrasının, önemli uluslararası güvenlik örgütlerinden biri olan NATO’da, bir süredir gözlemlenen değişim emarelerinin olgunlaşmaya başladığını söylemek yanlış olmayacaktır.

1949 ilâ 1989 yılları arasında, yani yarım yüzyıllık sürede, Atlantik merkezli gelişen güvenlik ekseninde özellikle, Avrupa’nın -bir başka deyişle Avrupa Birliği’nin- güvenliğini sağlayan NATO, Soğuk Savaş sonrasında bir dönem yaşanan barış umutlarıyla çevrili yapılaşmada bir tür belirsizlik sürecine girmişti.

Bu yüzyılın başındaki küresel terör hadiselerinin faturasının Afganistan’a çıkartılmasıyla, bu ülkenin NATO için, Hint-Pasifik bölgesiyle teorik ve pratik etkileşimin bir laboratuvarı olarak belirlendiğini söyleyebiliriz.

Bu güvenlik yayılımcılığı, NATO’nun geleneksel sınırlarının dışına çıkışı kadar, bloğa yeni üyelerin adının yazılması anlamına da geliyordu.

Pasifik’e açılış

O dönem, adı daha güçlü bir şekilde zikredilen Asya-Pasifik bölgesinin, ABD ile ittifak halindeki güçleri yani Japonya, Güney Kore, Avustralya ve Yeni Zelanda’nın Afganistan’daki varlığı, NATO yayılımcılığının sınanması için gayet elverişli bir ortam sağladı.

Bu dört ülke NATO ile resmi üyelik anlaşmaları imzalarken, buyapılaşmada kendi bölgelerindeki tehditten Kuzey Kore’den hareket ederken, aradan geçen süreçte, Kuzey Kore’nin yerini çok daha güçlü bir şekilde Çin’in aldığı ortadadır.

Bu gelişmeler bize, 2010’dan itibaren Asya-Pasifik veya bugünlerde, çokça kullanıma girdiği üzere Hint-Pasifik bölgesindeki gelişmeler çerçevesinde, Atlantik merkezli ve Avrupa yönelimli güvenlik bloğu NATO’nun yönünü gayet güçlü bir şekilde Doğu’ya çevirdiğini gösteriyor.

Bu süreçte, özellikle Çin’in, sıradan bir ekonomik kalkınmacı ülke olarak kalmayıp, varsıllığını askeri yatırımlar ve ulusal güvenlik eksenli jeo-politik yatırımlara yöneltmesiyle, Batı’da ve Batı’nın Asya-Pasifik bölgesindeki müttefikleri tarafından, bir tür tehdit unsuru olarak değerlendirilmeye başlandı.

Öte yandan, 2022 yılında Rusya’nın Ukrayna işgaliyle Avrupa ve özellikle, Batı Avrupa için yeniden bir tehdit unsuru haline gelmesi, NATO’nun hem, üyelik ve hem de, teritoryal bağlamda güncellenmesi konusunda, hiç kuşku yok ki, önemli bir etki yaptı.

Bir yandan, Çin’in Güney Çin Denizi’nden başlayan teritoryal egemenlik iddiaları öte yandan, Rusya’nın bitme emaresi göstermeyen Orta Avrupa’daki askeri varlığı NATO’yu, her iki açıdan da yenileşmeci süreci agresif bir şekilde devam ettirmeye sevk ettiği ortadadır.

Bir başka ifadeyle söylemek gerekirse, Çin ve Rusya’nın son dönemdeki jeo-politik belirlenimciliklerine karşılık olarak NATO, klasik veya geleneksel Atlantik ekseninden Doğu’ya yönelmekle kalmadı, aynı zamanda, çoğunluğunu Avrupa ülkelerinin oluşturduğu üyeleri arasına Doğu’dan yenilerini de ekledi.

Savaş sonrası ABD faktörü

NATO’nun kuruluşunun 2. Dünya Savaşı’nın ve/ya Asya-Pasifi’teki gelişmeler bağlamında söylemek gerekirse Pasifik Savaşı’nın galibi konumunda oluşu, siyasal ve askeri güç yoğunlaşmasının Kıta Avrupası’ndan ve İngiltere’den Atlantik’in öte yakasına taşımıştı.

ABD, özellikle 19. yüzyıl boyunca ürettiği zenginliği bir yandan da, askeri güç şeklinde tezahür eden yapılaşmasıyla klasik egemen güçler arasında yepyeni bir unsur olarak ortaya çıktı.

Bunun ne anlama geldiğini belki de, son yirmi yılda Çin’in ekonomik kapitalizminin zorunlu bir sonucu olarak askeri yapılaşmaya kayıtsız kalmayan ve bu alanda sürekli yenilenmesinde tanık olmak mümkün.

NATO’da sarsıntı

ABD’nin yirminci yüzyıl ikinci yarısı boyunca ürettiği ve yönettiği bu güvenlik şemsiyesinin ağır yükünü üzerinde taşımasının, yakın geçmişte ABD iç siyasetindeki gelişmelere kurban verilebilecek bir dış etki olarak kabul edildiğine tanık olduk.

Bu noktada, ABD’de 2016-2020 yılları arasında Donald Trump iktidarı, ekonomik gelişmeleri gerekçe göstererek, NATO’ya maddi desteği gözden geçirme ve maddi sorumluluğun paylaşımını gündeme getirmesi NATO’da soğuk duş etkisi yarattığına kuşku yok.

Trump’un, böylesine cüretkâr ve neredeyse, bir yüzyıllık Batı Avrupa ile olan güvenlik ilişkisini rafa kaldırma anlamına gelen güvenlik politikasında eksen kayması olarak değerlendirmek yanlış olmayacaktır.

Trump iktidarında söylem düzeyinde başlayan ayrışmanın, Joe Biden iktidarıyla birlikte düzelme eğilimi sergilemesine rağmen, ABD iç politikasında yakında gerçekleşmesi gayet muhtemel değişimin, NATO’da akılları karıştırmaya yetecektir.

NATO’da aktör değişir mi?

Yukarıda kısaca dile getirildiği üzere, 20. yüzyıl boyunca Batı veya Batı eko-politiği dendiğinde akla gelen ülkenin ABD olduğuna kuşku yok.

ABD’nin bu yapılaşması, etkisini ve de nüfuzunu NATO’ya da yansıtıyor…

ABD, 19. yüzyıl boyunca ekonomik varsıllığı veya kapitalizmde eriştiği yüksek düzeyin küresel egemenliğe yansımasında askeri gücü, teritoryal hakları belirleme, teorik ve pratik yaklaşımlardaki konumu ile 2. Dünya Savaşı sonrası yeni dünya düzenini bizatihi, kendi gelişim düzeyine benzeterek ve/ya kendini bir model olarak sunarak NATO’nun kuruluşunu “güvenlik, kalkınma ve barış” üçgenine yerleştirdi.

Bu noktada, NATO’nun ABD’nin maddi ve askeri açıdan doğrudan bağımlılığı ile Avrupa’nın daha doğrusu Avrupa Birliği’nin güvenliği konusunun gayet açık bir ikilem olduğuna kuşku yok.

Avrupa Birliği güvenliğini tesisde kendine yeter kaynakları kadar, başka bölgelerden destek arayışında olduğunu ileri sürebiliriz.

Son gelişmeler bize, bu desteğin Japonya ve Avustralya gibi bölgesel aktörlerin varlığından hareketle, Asya-Pasifik bölgesinden gelmekte olduğunu ortaya koyuyor.

Olası bir Trump zaferinin ardından zayıflayacak ABD desteği karşısında, AB ve Pasifik merkezli ülkeler arasındaki yakınlaşmanın artacağını düşünmek yanlış olmayacaktır.

Bu anlamda, bugün belki teorik anlamda değil, fakat çokça pratik alanda yapılacak epeyce iş olmasına karşın, NATO aklının, Pasifik’deki geleneksel ve tarihsel müttefikleriyle buluşmasını yakından takip etmek gerekiyor.

Son 75 yılda Atlantik güvenliğini sağlayan NATO’nun, son dönemde Hint-Pasifik açılımında kendini ortaya koyduğu üzere, en azından gelecek elli yıllık süreci yönetmeye aday girişimleri olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

LEAVE A REPLY