Mehmet Özay 05.08.2024
Bu başlıkla hatırlatılmak istenen, tüm tanıklıklığımızla yaşadığımız döneme dair kısa bir iç hesaplaşma yapılmasının gerekliliğidir.
Bu ifadeyi, Müslüman bireylere ve toplumlara karşı, bir tür suçlayıcı yaklaşım geliştirilmesinden ziyade, Müslüman bireylerin ve toplumların savunmacı, pasif, kendini kendinde ötekileştirici yaklaşımlarına karşı geliştirilen bir eleştiri olarak okumak gerekir.
Ve bunu, olan biteni anlama çabasında, bir tür ‘davet’ olarak kabul etmek de mümkün.
Meleke yitimi
Müslüman bireylerin ve toplumların, bizatihi Müslüman olmaktan memnun olmamalarının, kendi içinde bir çelişki barındırdığına kuşku yok.
Müslüman toplumların, Müslüman olmayan toplumlarla ilişkilerinden hasıl olan, maddi ve zihinsel alanlarda yıkıcı ve tarümar edici sonuçlarını salt, ‘öteki’ üzerinden temellendirme çabası kolaycılıkla anılmayı hak eden bir yaklaşıma tekabül ediyor.
Ancak, burada göz ardı edilen husus, ‘öteki’nin kendi sınırları, anlam dünyası vb. bağlamlarda üzerine düşeni yaparken, Müslüman bireylerin ve toplumların üzerlerine düşeni yap/a/mıyor oluşlarıdır.
Bu durum, belki de, Müslüman bireylerin ve toplumların kendi üzerlerine düşen görevleri yapma melekesini yitirmişlikleri nedeniyle, konumlarını ‘öteki’ne yönelik tepkileriyle reaksiyoner bağlamda belirlemeye çalışmalarına yol açıyor.
Tam da, bu kolaycı tutum ve davranış içerden yani, öz bir eleştirinin imkânını ortadan kaldırmaya yetiyor.
Oysa, temelde Müslüman bireylerin ve toplumların bizatihi kendilerinin ne ve nasıl olmaları gerektiği; maddi ve sosyal çevrelerini nasıl anlamaları ve bu noktada, söz konusu bu çevrelerini nasıl inşa etmeleri gerektiği konusunda üzerinde sürekli düşünülen, aktif bir eylem dizisi ortaya koymaları beklenir.
Çünkü, Müslüman olmak bunu gerektirir…
Ahlâklı olmak
Burada, Müslümanların Müslüman olmaktan memnun memnun olmamaları diğer alanlar bir yana belki, tek bir alan üzerine eğilerek izah etmekte yarar var.
Bireysel ve toplumsal evrenimizde, temel bir sorumluluğumuz ve işimiz olduğu muhakkak: O da, ahlâklı olmak…
Bunu, belki Müslüman ahlâkı olarak adlandırmak gerekir…
Aradığımız, ancak karşılaşmakta ve bulmakta zorlandığımız bir olgu bu Müslüman ahlâkı…
Her işin başının ahlâk olduğu söylemine sanki, gerçeklikten bağımsız ve bir tür retorik olarak temel eğitim süreçlerinden başlayarak okuduğumuz akademik ve entellektüel eserlerde karşılaşırız.
Ancak, ahlâklı olmanın anlamını en iyi kavramamız gereken yer ve en çok ihtiyaç hissettiğimiz ve üzerinde her daim düşünerek hareket etmemiz ve oluşturmamız gerekenin bizatihi, gündelik yaşam pratiklerimizdeki ahlâklılık deneyimlerimiz olmalıdır.
Bu husus, her işin başının yani, eğitimin ve eğitim içerisinde öğretme eyleminin ve öğrenme eyleminin; ekonominin; sağlığın; dini pratiklerin; kamusal alanda ve bu alanı oluşturan her bir tekil evrendeki duruşumuzun ve eylemimizin ahlâklılıkla belirlenmesi gerekir.
Bu alanlar içerisinde, dini pratiklerle ahlâklılık arasındaki ilişki gayet dikkat çekicidir ve belki de, bunu bir başka yazıda ele almakta yarar var…
Bulanık sular
Ahlâklılıkla hareket etmek yerine, kolaycılığa kaçarak bir anlamda, bireysel ve toplumsal olarak, bulanık sularda balık avlama peşindeyiz…
Bu tutum ve davranışın, bize neler kazandırıp kaybettireceğinin hesabını hakkıyla yap/a/mıyoruz.
İşleri, kısa yoldan bitirmek istiyoruz…
Yani, bir anlamda, bulanık sularda balık avlama çabasına meyl ederek mevki makam, ün, fon, ihâle, şan, şöhret, zenginlik vs. peşinde koşuyoruz.
Ahlâklı yapılaşma
Ahlâk sahibi olmaklığın, kendinde bir önemi bulunuyor.
Bu durum, ahlâklılığın başka herhangi bir şeye ihtiyaç duymadan, kendisi olabileceği yegâne alan olarak dikkat çekiyor.
Ahlâk sahibi olmaklık, bireyin toplum içerisinde edindiği, sahip olduğu toplumsal ve ekonomik statüsüyle çelişen değil veya onunla erişilen bir olgu değildir.
Aksine, ahlâk sahibi olmak, bireyin bizatihi varlığını, kendinde bir bütün olarak anlayıp, bu bütünlüğü belirli bir epistemolojik temel üzerine inşa etmesiyle hasıl olan bir duruma tekabül ediyor.
Bu nedenledir ki, örneğin, -çokça örneklendirildiği üzere- iş adamı/kadını olabilirsiniz ancak, ahlâk sahibi olmakla bir bağ kurulamadığında, iş adamlığının/kadınlığının size, bize ve de topluma herhangi bir katkısının olacağını düşünmek boş bir hayalden ibarettir.
Elbette, mesleki anlamda yapıp edilenlerin maddi bir sonucu ve getirici olacağından bahsedilebilir. Ancak, olan biten sadece ve sadece, ‘maddi’ olanla sınırlı kalacaktır.
Toplumsal ilişkilerde bireylerin, birbirleriyle ilişkilerini belirleyen temel parametrenin, böylesine önemli bir ahlâki perspektif olması, temelde toplum dinamiğini yapısallaştıran temel bir unsurdur.
Ahlâk sahibi olmadan iş adamı olmak, ahlâk sahibi olmadan bilim adamı olmak, ahlâk sahibi olmadan din adamı ya da dini alanda olmak ve genel itibarıyla ahlâk sahibi olmadan herhangi bir alanda öne çıkmak sabun köpüğü misali bir durum oluşturur o kadar…
İçimizde, gizli/açık, kasıtlı/kasıtsız ahlâkı bir kenara bırakarak, bahsi geçen tüm alanlarda eylemde bulunanların unuttukları bir şey var.
O da, yine içimizdekilerin gizli/açık, kasıtlı/kasıtsız taklide meylettikleri Batı ve Doğu toplumlarının, -genel itibarıyla ve çokça zikredildiği şekilde söylemek gerekirse- dinle aralarına mesafe koymalarına rağmen, bireysel tutum ve davranışlarını ve sosyal sistemlerini var kılanın, anlamlı kılanın ürettikleri ‘ahlâki yaklaşım’ (ethical perspective) olduğudur.
Ve bu ahlâki tutum ve davranışların tekil, kendinde, özel bir yapılaşma ile sınırlı olmayıp, aksine, bunların kurumsal bir bütünsellik haline dönüşerek, güçlü bir yapılaşma sergiliyor oluşu üzerinde durup düşünmek gerekiyor.
Müslümanların farkında olmasalar da, Müslüman olmaktan memnuniyetsizlikleri kendini gündelik pratiklerde açık seçik ortaya koyuyor.
Aslında, bunu fark edememe bile, kendinde bir yoksunluğun ifadesidir. Bu durumun üstesinden gelinebilmesi için, her bir Müslüman ve toplum kesiminin içinde bulunan bu hâl üzerinde epeyce bir vakit harcayarak düşünmesi gerekiyor.