Mehmet Özay 11.05.2024
İçinde bulunduğumuz dönemde, Müslüman toplumların kendilerini nasıl yönettikleri meselesi, öneminden bir şey yitirmiş değildir.
Aksine, giderek daha çok önem arz eden bir boyutta, bu sorunun devamlılık arz ettiğini söyleyebiliriz.
Zaman zaman dile getirildiği ve bizim de paylaştığımız üzere, “dünyanın iyi yönetilmiyor” olması meselesi, bizi Müslüman toplumların nasıl yönetildiği; kendilerini nasıl yönetmek istedikleri; ‘ötekilerin’ yani, Müslüman olmayan kesimlerin ki, burada özellikle halkının kahir ekseriyeti Müslüman olmayan ulus-devletleri kastediyorum-, Müslüman toplumların nasıl yönetilmeleri gerektiği konusundaki görüşleri, yaptırımları vb. gibi farklı bağlamlarda ele alınabilecek farklılıklar taşıyor.
Her ne kadar, dönemin çeşitli küresel sorunları ile Filistin gibi çatışma alanlarının doğurduğu hissiyat ve tepkisellik ve bu bağlamda, ‘öteki’ (the other) ile mücadelede harcanan zamana ve enerjiye karşılık, Müslüman toplumların kendi iç bünyelerinde nelerin olup bittiği konusu değerlendirilmekten uzak tutulmamalıdır.
Bu noktada, şunu vurgulamakta yarar var ki, çeşitli küresel sorunların ve Filistin gibi çatışma alanlarının, birer ‘sığınmacı’ ve ‘savunmacı’ konumunda ele alınmaması gerekir. Yani, bu olgulara yaslanarak, Müslüman toplumların kendilerini nasıl yönetmekte oldukları konusu göz ardı edilmemeli ve ötelenmemelidir.
Bunun yanı sıra, söz konusu küresel sorunların ve Filistin gibi çatışma bölgelerinin velev ki halledilmesi halinde, -ki umulan bu olmalıdır-, Müslüman toplumların kendilerini nasıl yönetmekte oldukları ve/ya nasıl yönetmeleri gerektiği konusunda var olan sorunların, bir çırpıda halledilebileceği gibi bir yanılsamaya da düşülmemelidir.
Herhalde burada hatırlanması gereken örnek hadise, Filistin sorununu çözmek hedefiyle 1960’ların sonlarında kurulan İslam İşbirliği Konferansı’nın (Teşkilatı), aradan geçen süre zarfında, Filistin sorununu ne türden bir çözüme kavuşturduğu ile bu ‘konferansa’ mensup üye ülkelerin kahir ekseriyetinin nasıl yönetildikleri meselesi olmalıdır…
Ulus-devlet ve yönetim
Müslüman toplumlar dediğimiz unsuru, global anlamda “ümmetçi” (ummatic) bir bağlamda ele almak kadar, belki yine dönemin getirdiği bir özellik ve zorunluluk olarak, adına ulus-devlet (nation-states) denilen siyasal yapılar içerisideki, Müslüman toplumlar çerçevesinde ele alıp değerlendirmek gerekir.
Nihayetinde, ulus-devletler ile ilgili var olan sorunları, yerel ve bölgesel olarak ele alıp olası cevaplar üretmenin rasyonel olacağına kuşku yok.
Bu durumda, yerel ve bölgesel noktada, ilgili Müslüman toplumların mensubu oldukları ulus-devletlerin, insan stoğu, kültür, dil, şehirleşme, ekonomik üretim vb. gibi belirli parametrelerde buluşmalarının, var olan sorunlarına yönelik tespit ve çözümler sunmada da, elimizdeki imkânları geniş tutmamıza imkân tanıyacaktır.
Müslüman toplum kavramını bünyesinde barındıran ulus-devletler, siyasal-demografik anlamda monolitik, tek düze, lineer bir yapı arz etmemektedir.
Bu noktada, iki tür zorlukla karşı karşıya bulunduğumuzu söylemek gerekiyor…
Bunlardan ilki, halkının kahir ekseriyeti Müslüman olan ulus-devletler dediğimizde karşımıza, Müslüman olmayan kitleleri içinde barındıran ‘azınlıklar’ (minority) meselesi çıkıyor. Bu azınlıklar, başta dini olmak üzere etnik, siyasal farklılaşmalara tekabül ediyor.
İkincisi, bizzat Müslüman toplum bütünü içerisinde, teolojik temeller noktasında olarak birbirinden ayrışan ve cemaatçi-mezhepçi (sectarian) çoğunluk-azınlık dikotomisiyle karşı karşıya bulunuyoruz.
Bu durumda, örneğin, Pakistan, Bangladeş, Nijerya, Sudan, Somali, Endonezya, Malezya gibi halkının kahir ekserisi Müslüman olan ulus-devletlerde, devletin siyasal yönetim şekli ne olursa olsun, Müslüman toplumun kendilerini -ve de ötekilerini- yönetme becerisini ne denli ortaya koyup koymadıkları üzerinde durulmaya değerdir.
Belki, bu ulus-devletler üç kategoride yani, Afrika, Hint Alt Kıtası ve Malay Dünyası bağlamında sınıflandırmayla ele alınabilir.
Temelde, bu ulus-devletlerde Müslüman toplumun gündelik yaşam pratiklerinden bağımsız olmayan, bir yönetim ilişkisi sorunundan bahsedilebilir.
Bu ulus-devletlerin ve özellikle de, bu ulus-devletler içerisindeki Müslüman kitlelerin kendi seçimlerinin ürünü olan veya son dönem tarihsel gelişmelerin ve bu gelişmeleri yöneten iç-dış güçlerin yaptırımı sonucu, ilgili ülke siyasal elitlerince kendilerine benimsetilmiş olan yönetim biçimlerinin varlığı ile adına, ‘demokrasi’ (democracy) denilen siyasal sistemle karşılaştırmalarına tanık oluyoruz.
Demokrasi ve Batı
Aslında, yazının başında belki de söylemem beklenen ‘Batı’, ‘demokrasi’ ve benzeri kavramları burada zikretmeye başlamam, Müslüman toplumlar olgusuna açıklık getirmek içindi.
Ulus-devletler bünyesinde varlık süren Müslüman toplumların, kendilerini nasıl yönettikleri sorusunun gündeme getirilmesi, doğrudan ve/ya dolaylı olarak ‘demokrasi’yle yönetilip yönetilmediği konusunu akla getiriyor.
Nihayetinde, yaşadığımız dönemde bir anlamda, ‘ölçüt’ (measure) olarak karşımıza çıkan/çıkartılan demokrasi olması, bu karşılaşmayı zorunlu kılıyor.
Bu noktada, bir siyasal rejim düzeyine indirgenerek ifade edilebilecek olan ‘demokrasi’nin, bir yönetim aygıtı olarak ‘ithâli’ mümkündür diyebiliriz.
Bunun, yukarıda zikredilen ilgili ulus-devletler bünyesinde, -başarı skalası farklılaşmakla birlikte- uygulamada yer aldığını da, -en azından, bağımsızlık süreçlerinden bu yana geçen zamana baktığımızda- tarihsel olarak doğruluk payı da taşıyabilir.
Ancak, demokrasi’yi salt bir siyasal rejim boyutu ile sınırlandırmayıp, bir dünya görüşü, hayatın farklı kurumları içerisinde kendini ortaya koyan bir dünya görüşü, yani, düşünce biçimi, hissediş, anlama, yorumlama, yaşama vb. boyutları ile düşündüğümüzde, Müslüman toplumların çoğunlukta olduğu ulus-devletlerde, böylesi bir yapılaşmanın olup olmadığı yönündeki soruya samimi cevaplar üretmek durumundayız.
Burada, şu hatırlatmayı yapmakta yarar var…
Demokrasi ne, son yüzyılda ne de, son birkaç yüzyılda Batı’da üretilmiş bir yönetim biçimidir…
Aksine, demokrasi, Hellen ve Yunan devirlerinden başlayarak, Batı Avrupa siyasal tarihinin, kendi iç toplumsal dinamiklerinin ve bunun yanı sıra, kendi iç dinamikleri ile dışardan gelen çeşitli etkiler ve nüfuzlar sonrasında oluşmuş siyasal rejimler gibi bir rejimdir.
Yani, Batı toplumlarının tecrübelerinin, düşünüş biçimlerinin, toplumsal evrilmelerinin vb. onları ‘Nasıl yönetmeli ve yönetilmeliyiz?’ sorusuna verdikleri cevabtır.
Ve salt bununla da sınırlı değildir…
Belki, bu son nokta, yani, “bununla da sınırlı olmayan” bir bağlamın, Müslüman toplumlarca anlaşılmasındaki bir sorundan bahsedebiliriz.
Soyut ve kurumsal olarak ithâl edilmiş bir ‘demokratik’ yönetim biçiminin varlığına karşılık, bireysel, grup ve toplumsal pratiklerde ‘demokrasi’nin içselleştirilmemiş olmasının nedenlerini burada aramak mümkündür.
Bu çerçevede, adına ‘siyasal İslam’ diyelim veya demeyelim, Müslümanların şu veya bu şekilde, kendi ulus-devletlerinde siyaset kurumuyla olan ilişkilerindeki tutum ve davranışlarının, hayatın geneline yansıyacak şekilde ne denli kapsayıcı olup olmadığı konusu özel bir önem arz ediyor.
Batı’da tecrübe edilmekte olan ‘demokrasi’nin yine kendi iç toplumsal dinamiklerinin ürünü olarak eleştiriye tabi tutulduğunu göz önünde tutarak, Müslüman toplumlar için tarafından, “Bir alternatif arayışı mümkün müdür? sorusunu da gündeme getirmek gerekir.
Bu durum, Batı’nın kendi tarihsel tecrübesinin ürünü olan yönetme ve yönetilme biçiminin dışında ve ötesinde, Müslüman toplumların kendilerini ve ötekileri yönetme konusunda ne tür bir düşünceye sahip oldukları ve bu düşüncenin pratikte karşılığının ne olabileceğini açık yüreklilikle ve samimi olarak tartışmak gerekir.
Bu durum, bizi hiç kuşku yok ki, uzun tarihsel geçmişe sahip Müslüman toplumların yönetme ve yönetilmeyle ilgili tecrübelerinin; bunların coğrafya ve kültürel farklılıklardan doğan çeşitlilikleriyle ve de ‘uzak öteki’ olan diğer Batı ve Doğu toplumlarının, yönetme ve yönetilme biçimleriyle karşılaşmalarına dayanması gerekiyor.
Bu yaklaşım sayesinde, bugün kendilerini nasıl yönettikleri konusunda pek de olumlu cevaplara sahip olmayan Müslüman toplumların, kendilerine ve ötekilerine suhabilecekleri çözümlere ulaşmaları mümkün olacaktır.