Mehmet Özay                                                                                                            07.09.2024

Halide Edib Adıvar’ın, Yeni Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki hukuk’ta yeniden yapılaşmayı ele alırken, yakın ve uzun tarihi perspektiflere yaptığı atfın önemli olduğunu düşünüyorum.

Olan bitene karşı, bir tür meşruiyet kazandırmaya matuf bir yaklaşım olarak değerlendirilmeye aday olsa bile, Halide Edib’in uzun dönemli (longue durée) yaklaşımına kısaca göz atmakta yarar var.

Toplumsal değişim

Tanzimat’tan Cumhuriyet’e doğru, gayet önemli bir ‘toplumsal değişim’in olduğuna kuşku yok…

Temelde, Halide Edib’in Tanzimat’a yaptığı referansın, Yeni Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki siyasal ve toplumsal değişimlerle kaçınılmaz bir ilgisi bulunuyor.

Bu anlamda, özellikle de, ‘kanunlar’ bağlamındaki süreci anlatırken, zorunlu olarak ve bir karşılaştırma imkânı olarak, Tanzimat’a doğrudan göndermelerde bulunuyor.

Bunun kaçınılmaz olduğunu söylemekte yarar var…

Nihayetinde, toplumsal ve siyasal devamlılık olgusunun dikkate alınmaması halinde, yaşanan değişimleri yerli yerine oturtmak mümkün olmayacaktır.

Ancak, Halide Edib bunu yaparken, ‘değişim’ sürecini sadece, diyelim ki, 3. Selim döneminin Asâkir-î Şahanesi’yle, 2. Mahmut’un 1826’da Yeniçeri Ocağı’nı kaldırmasıyla, 1839 Tanzimat Fermanı’nın ilânıyla vb. başlatmıyor.

Aşağıda değineceğim üzere, daha gerilere yani, erken yüzyıllara geri dönüş yapıyor ve Tanzimat ve ardından, Yeni Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki değişimlere bir tür meşruiyet kazandırmaya çalışıyor…

Halide Edib’in, bunu bilinçli olarak yaptığı kanaatindeyim…

Bunun temel sebebini, Halide Edib’in görüşlerini serdettiği yer ve kitlenin, Hindistan ve Hint kökenli Müslümanlar olmasında aramak mümkün… Bu bir olasılık ve bunun, gayet pragmatik bir önemi bulunuyor.

O’nun, Hindistan ziyaretindeki konuşmalarında hitap ettiği kesimin, Osmanlı diyelim ki, son elli yılına ve Yeni Cumhuriyet ilk dönemine yönelik eleştirel yaklaşımlara sahip Hint kökenli Müslümanlar olduğunu unutmamak gerekir.

Dolayısıyla, Halide Edib’in, Yeni Cumhuriyet’le birlikte olan biteni aktarmayı Tanzimat ile sınırlandırmayıp, Osmanlı erken dönemlerine kadar giderek longue durée bir perspestif sağladığını söylemek yanlış olmayacaktır.

Dönemin yetiştirdiği bir entellektüel

Osmanlı toplumunun son döneminde yetişmiş, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e evrilen dönemin tüm olağanüstülüğünü tecrübe etmiş ve Yeni Cumhuriyet’in lider kadrosuyla, kaderi şu veya bu şekilde birleşmi ve de ayrılmış bir kadın entellektüel…

Entellektüel diyoruz, çünkü yaşamının erken döneminde edindiği, öğrendiği bilgiler ile bu bilgiler üzerinden dönemin toplumsal hareketleri içerisinde yer alması ve ardından yaşananları, Hindistan ziyaretinde açık seçik bir şekilde gözlemlendiği üzere, farklı Müslüman toplumlara taşıması azımsanacak bir gelişme değildir.

‘Adıvar’ söz adını, eşi bilim tarihçisi Adnan Bey’den alan Halide Edib’i entellektüel kılan bir diğer unsuru, yaşadığı toplum gerçekliğini değerlendirme becerisidir.

Ve bu değerlendirme becerisini, gayet önemli bir düzeyde eleştirel çerçevede gündeme getirmesinde bulmak mümkün…

Bunu yaparken, yaşadığı dönemi, özellikle de, Osmanlı’nın çöküş onyıllarının sonları, Genç Türkler’in (Young Turks) edebiyat, gazetecilik ve siyaset üçgenindeki varlıkları, İttihad ve Terâkki’nin -darbeyle birlikte- siyasette güç unsuru olarak ortaya çıkması ile gelişen ve 1. Dünya Savaşı, Lozan Anlaşması, önce İstanbul-Ankara ‘Meclisleri’ üzerinden ayrışma, Bağımsızlık Savaşı, Yeni Cumhuriyet’in kurulması ve Hilâfetin ilgası vb. süreçlerle birlikte görmek gerekir.

Doğu-Batı

Öncelikle, şunu söylemekte yarar var…

Halide Edib’in “Conflict East and West in Turkey” başlıklı çalışması, kimi açılardan Ahmet Emin Yalman, Niyazi Berkes, Şerif Mardin -ve hatta, kimi ölçülerde Sabri Ülgener’in içinde yer aldığı akademik geleneğin öncüsü ve bu geleneğin içinde yer alan biri olarak görebileceğimiz hususları içinde barındırıyor.

Bu anlamda, eserin başlığının ve içeriğinde ele aldığı Osmanlı’nın ve de, Türkiye’nin Doğu ve Batı medeniyeti bağlamındaki yeri, karşılığı vb. hususlar aslında karşımıza, yaşanan dönüşümler bağlamında, bir erken dönem tarih, kültür, medeniyet etkileşimlerini cesurca gündeme taşıyan bir yaklaşımı ortaya koyuyor.

Dolayısıyla, Halide Edib’i örneğin, sıradan bir gazeteci veya sıradan bir akademisyen formatında görmek gayet yanıltıcıdır.

Aksine, bir entellektüel vasfa sahip bir kişi olarak değerlendirdiğimizde, -yaygın bir şekilde yapıldığı üzere- onu ‘o’cu, ‘bu’cu kalıplarına yerleştirmeden, olan biteni bizatihi tam da, söz konusu dönüşümlerin değişimlerin odağında yer almış bir entellektüel ferdin yaklaşımı üzerinde anlama çabası önem kazanıyor.

Evet biraz uzunca bir giriş olduğunun farkındayım…

Ancak, Halide Edib’in -şimdilik diğer hususlar bir yana,- Tanzimat’a dair ne söylediğini anlayabilmek için, bu hususlara dikkat çekmekte yarar var.

Tanzimat: Batılılaşma ya da değişime ayak uydurma

Tanzimat denilen kapsamlı reform sürecini, Halide Edib düşüncesi öncesinde, -Cevdet Paşa’nın sarih bir şekilde ortaya koyduğu üzere- neye tekabül ettiğini de, bir cümle ile hatırlatmakta yarar var.

Tanzimat’ın, Batılılaşma ile paralel giden bir yanı olduğu, ‘medeniyet hareketi’ olarak değerlendirdiğim bu sürecin kurucu aklı Mustafa Reşid Paşa’nın İngiliz yanlısı olduğu; onun takipçisi bir anlamda ‘siyasi çocukları’ Ali ve Fuad Paşaların ise Fransız cenahında yer aldıkları ve bu bağlamda, tüm Tanzimat sürecinde bürokraside üst düzey atamalarda ve de, dış politikada bu iki Batı Avrupa ülkesinin İstanbul’daki elçilerinin, neredeyse birincil elden söz sahibi olduğu vs. vs. bir dönem karşımıza çıkıyor.

Halide Edib, Tanzimat’ın ve bu reform süreciyle ortaya konulan hukuk sisteminin epistemolojik temellerini, Fransız Devrimi ve bu devrimin ürettiği yeni bakış açısına dayandırıyor. Öyle ki, Tanzimat önderleri Fransız ceza ve ticaret yasalarını tümüyle olduğu gibi benimsiyor…[1]

Aslında, burada gayet çarpıcı bir gelişmenin olduğuna kuşku yok…

O da, yukarıda değinildiği üzere, Batı Avrupa’nın hukuk kodlarının dayandığı epistemoloji benimsenirken, Osmanlı Devleti’nin dayandığı epistemolojik temelden, gayet önemli bir kaymanın gerçekleşmiş olmasıdır.

Bu durum, Osmanlı’da dini kural, düzen, yapı kısacası İslam Hukuku yani, Şeriat ile ilgili yaklaşımların dönemin elitleri arasında, önemli bir tartışma yaşanıp yaşanmadığını da sorgulamayı gerektiriyor.

Bu epistemolojik değişimi/ayrışmayı, İslam Hukuku’nun -veya, daha doğrusu bunu yorumlayanların- yaşanan değişimler karşısındaki yetersizliğiyle mi yoksa, Osmanlı özelinde, -örneğimizden hareket ederek söyleyecek olursak hukuk temelinde- İslam epistemolojisinin, Batı ‘seküler’ (secular) veya Fransız laik (laic) epistemolojisiyle karşılaşmasının doğurduğu ‘normal’ bir süreçle mi ve etkileşimle mi anlamlandırmak gerekiyor.

Aslında, tam da bu noktada, Halide Edib, daha geriye yani, 16. yüzyıla giderek, bir tür tarihsel ve de kurumsal bir gerekçe sunuyor… 

İslam’ın insan-toplum ilişkilerini düzenleyen -bildik- vechesine atıfta bulunuyor ve bunun herhangi bir Müslüman toplumdaki gerçekliğine değiniyor.

Ancak, ‘Osmanlı Türkleri’nin, İslam hukukunu bağımsız bir yargı kurumuna evirdiği ve süreci bu şekilde yönettiğini söylüyor, -tıpkı diğer Müslüman toplumlarda olduğu gibi…[2]

Bununla birlikte, Osmanlı’nın 16. yüzyılda ortaya koyduğu yeniliğin, İslam Hukuku’nun -yani, Şeriat’ın- Yaratıcı’nın, vahiyle ortaya koyduğu forma, insan düşüncesi ve aklının ürettiği yasaların yani, Kanun eklemlenmesi olduğuna işaret ediyor.

Ve ortaya konulan, bu ceza ve ticaret kanunların, sonraki dönemlerdeki -örneğin, Tanzimat’daki- uygulamaların ‘çıkış noktası’ kabul ediyor.

Ve ardından yani, Tanzimat’ın başlangıcında gündeme gelen bu hukuki yapılaşmanın devamında, 1869-1877 sürecinde ortaya çıkan, Osmanlı Sivil Anayasası’nın (civil code) oluşumuna vurgu yapıyor.

Halide Edib, ilginç bir şekilde, -tüm Osmanlı ‘vatandaşlarını kapsayan’ ve yapısal çerçevesi itibarıyla Batılı dediği bu anayasayı, öz ve ruh itibarıyla ‘İslami’ olarak adlandırıyor.[3]

Gayet ilginç bir tespit…

Halide Edib, bu düşüncesini ilerleterek, İslam’ın, ‘liberal bakış açısının daha da ötesinde bir yaklaşıma sahip olduğuna gizli/açık vurgu yaparak, devletin, inanan bir kişinin -bu bağlamda ‘mü’min kişinin- iç ilişkilerine yani aile, miras vb. müdahale etmemesi gerektiğini belirtiyor.[4]

Halide Edib’in, bu yaklaşımıyla, millet kavramı bağlamında yüzyıllardır uygulanagelmiş Osmanlı tecrübesini dillendirdiğini söylemek yanlış olmayacaktır…

Nihayetinde, Tanzimat ve bu sürecin nihayete erdiği 1877’e kadarki dönemde hukuki düzenlemelerin sadece, Müslüman toplumu değil aksine, gayri-Müslimlerin de içinde yer aldığı, tüm Osmanlı vatandaşlarını kapsadığı vurgusu öne çıkıyor.

Bu süreçte, ortaya çıkan hukuki yapılaşmada, salt aile kurumu çerçevesindeki yasaların -1856’dan itibaren, İslami veya dini temele dayandığı, diğer hukuki zeminin ise, din-dışı alana taşındığı yaklaşımı hakim.

Osmanlı’dan Yeni Cumhuriyet’e önemli değişim ve dönüşümleri tecrübe etmiş bir entellektüel olan Halide Edib’in 1920’li yıllarda oluşan yeni dönemi ve bu yeni dönemin hukuki zemini devrimci anlamda yeniden yapılandırılışına yönelik meşruiyeti Tanzimat ve onun ötesine geçerek anlamlandırmaya çalışıyor.

Bu yaklaşımın doğruluğu veya yanlışlığı bir yana, Halide Edib’in, gizli/açık toplumsal değişim vurgusunu öne çıkarması gelişmelerin durağan değil, gayet dinamik bir şekilde ortaya çıktığını ortaya koyuyor.


[1] Halide Edip Adıvar. (1963). Conflict of East and West in Turkey (Jamia Millia Extension Lectures, 1935), Reprinted, Lahore: Ashraf Press, s. 109.

[2] A.g.e., s. 108-9.

[3] A.g.e., s. 109.

[4] A.g.e., s. 109.

LEAVE A REPLY