Mehmet Özay                                                                                                            04.05.2024

Filistin konusunda son birkaç haftadır, Kuzey Amerika’daki üniversite kampüslerinde yaşanan gelişmeler yankısını, hiç kuşku yok ki, halkının kahir ekseriyeti Müslüman olan toplumlarda  da hissetiriyor. En azından, bulunduğumuz ve yaşadığımız mekân itibarıyla bunu rahatlıkla söylemek mümkün…

Söz konusu bu gelişme, tıpkı aylar önce yine, Batı ülkeleri başkentlerinde gerçekleştirilen gösteriler de olduğu gibi, gayet olumlu yankı buluyor.

Bununla da sınırlı kalmayan tepkilere, “Acaba, niçin biz -yani, Müslümanlar- benzeri tepkileri ver/e/miyoruz?” sorgulaması da ekleniyor. Bu durum, gayet manidar bir çelişkinin varlığını hepimizin hissetmesi gerektiğini bize hatırlatıyor olmalıdır…

Burada, “tepkilerden” kasıt, Müslüman toplumların kahir ekseriyetinin yaşadığı ülkelerde, kamusal alanın kullanılışına dair anlamlı tutumların geliştirilememiş olmasıdır.

Bu olan biten karşısında, “Ortada, şaşırtıcı bir durum mu var?” diye sorası geliyor insanın…

Bu noktada, “Müslüman kitleler arasında, bir tür aşağılık kompleksi mi var?” sorusunu gündeme getirebileceğimiz ve sorgulamayı bununla sona erdirebilmemiz mümkündür.

Ancak bu tutum, hiç kuşku yok ki, yine olan biteni anlama konusunda bize, pek de yardımcı olmayacak bir yaklaşımı temsil ediyor.

Temeller meselesi

Bir adım öteye geçtiğimizde, sorgulamanın boyutu, ilgili Batı ülkelerinde toplumsal ve siyasal evreni çekip çeviren kurallar bütünü ile, -son örnekle olduğu gibi- üniversite kampüslerini oluşturan bilimsel, entellektüel bağlamın, ‘ne olup olmadığını’ anlamamız gerektiği konusuna götürüyor.

Bu süreçte, bazı öğretim üyeleri, söz konusu üniversite kampüslerindeki gösterilere işaret ederek ve toplumsalcılık ve kamusal alanı kullanmaya matuf bir göndermeyle, “Bizim müfredatlarımızda, böylesi gelişmelere el verecek bir yapılanma yok!” diyerek işin küçük bir bölümüne dair gayet önemli bir ayrıntı vermeye çalışıyorlar.

Yani, kampüslerimizde siyasal ve toplumsal bağlamları ele almada, bunları anlamlandırmada, kamusal alanda bu alanların ne denli sağlıklı ve sürdürülebilir bir şekilde pratiğe geçirilmesi konusunda vb. zaafiyetlerimizdir burada dikkat çekilen…

İşin ilginç yanlarından biri, bu tepkileri veren üniversite öğretim üyelerinin örneğin, diyelim ki, merkez başkanı, fakülte dekanı, üniversite rektörü gibi üniversite ‘hiyerarşisinde’ yer almayan kişiler olduğuna da tanık olunması, önemli bir yapısal sorgulamanın gündeme getirilmesini gerekli kılıyor… Bunu şimdilik bir kenara bırakalım…

Sivillik

Yukarıda dikkat çektiğim ve bireysel bağlamda, bazı öğretim üyelerinin verdiği yaklaşım üzerinde durulmaya değerdir…

Bu söylemin, bizi Batı toplumlarında, -eylemler ve gösteriler silsilesinde yer alan Ortadoğulu, Hint Alt Kıtalı, Afrikalı, Güneydoğu Asyalı Müslümanları bir kenara bırakarak söylemek gerekirse-, İslam ve Müslümanlarla ilişkileri sınırlı veya belki de, hiç olmayan ancak, siyasal ve toplumsal gelişmelerin seyrine göre, ilgi ve alâkalarını ve de meşru siyasi ve toplumsal tepkilerini ortaya koyma yönünde hareket eden Müslüman olmayan kitlelerin bu çabasını anlamlandırmak gerekiyor.

O zaman, yukarıda dikkat çekilen Batı ülkelerinde kamusal alanlarda ortaya konulan eylemlerin hem de, dünyanın farklı bir bölgesindeki soruna dair gündeme gelebiliyor olmasının bizatihi, Batı’nın -tüm çelişkisine rağmen- medeniyet ve kültür evreninin, üniversite ve entellektüel dünyasının ürettiği, ortaya koyduğu bir düşünce sisteminin yansıması olarak değerlendirmek gerekiyor.

Batı siyasal çevrelerinin ve hükümetlerinin yani, resmi söylem ve eyleme konu olan unsurlarının dışında ve ötesinde, adına ‘sivillik’ denilen, olgunun ürettiği bir bilinç durumunun varlığını ortaya koymakta yarar var.

Burada, ilgiye mazhar olması gereken bir detay var ki, o da, sivillik denilen olgunun bizatihi medenilikle olan bağıdır…

Söz konusu bu bilinç durumunun, ilgili Batı ülkelerinde evde yani, aile kurumunda; okulda yani, eğitim kurumunda; dernekte ve partide yani, siyaset kurumunda velhasıl, toplumsal alanı çekip çevreleyen özel ve kamusal alanda dikkat çekilen, kasıtlı ve bilinçli olarak sürdürülen eğitim yaklaşımlarının ürünü olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

İlgili Batılı ülkelerdeki siyasal rejimlerin ve hükümetlerin, dönemin getirdiği siyasal ilişkiler ve çıkarlarla ilgili kararlarının dışında ve ötesinde bizatihi, insanı, toplumu, hayatı anlama ve anlamlandırma konusunda yapısallaştırdığı bir süreçler bütününün, zamanı ve yeri geldiğinde kendi siyasal rejimini ve yönetimini dahi eleştiriye açık hale getirecek bir  bağlamı içinde taşıdığını söyleyebiliriz.

Kanımca, Batı başkentlerinde gerek, birkaç ay önce tanık olunan gösterilerde gerekse, birkaç haftadır üniversite kampüslerinde gözlemlenen tepkilerin en önemli yanı bu.

Bunun sadece, bugün yaşadığımız ve “Filistin” ile sınırlıymış gibi gözüken boyutu olmadığını ileri sürebiliriz. Öyle ki, 20. yüzyılın değişik evrelerinde örneğin, Vietnam Savaşı’nda ortaya konulan tepkilerde de aynı ve benzeri sürecin işlerlik kazandığını biliyoruz.

Sorun ve çözüm

Filistin’de yaşananlarla bağlantılı olarak gündeme gelen bu hususlar bize sadece, Filistin sorunu temelinde değil, bunun dışında ve ötesinde çok daha temeller düzeyinde, Müslüman toplumların içinde bulunduğu çoklu sorunlarla ilgili nedenleri ve çözümleri noktasında düşünce/ler üretilmesinin zorunluluğunu hatırlatıyor.

Nihayetinde, yukarıda görüldüğü üzere, Batı’da gelişen ve Müslüman toplumların hayretle ve taktirde diyebileceğimiz takibine konu olan bireylerin ve toplumsal grupların kamusal alanlarla sergiledikleri tutum ve davranışlarının köklü bir yönü olduğuna kısaca değinmiştim.

Bu halde, Müslüman toplumlarda böylesi yönelimlerin olmaması sorgulamasını da Filistin sorunu dışında ve ötesinde değerlendirerek anlamak gerekiyor.

Bu çerçevede iki temel açılım olduğunu ileri sürebiliriz…

Bunlardan ilki, sorunların büyük ölçüde Batı Avrupa’da tarihsel olarak yaşanan değişimlere yönelik eleştirel/olumlu yaklaşımların gündeme getirilmesidir.

İkincisi ise, sorunların çözümünde temelde, İslam inancı ve pratiğinde, ‘altın çağ’,  ‘mükemmel örnek’ yaklaşımlarıyla tarihin erken evrelerine dönüşle olabileceği görüşüdür.

Bunların yanı sıra, Müslüman toplumların sadece, son birkaç yüzyılla sınırlı olmayan, aksine görece erken yüzyıllarda başgösteren sorunlarının ortadan kaldırılmasında belki de, üçüncü bir çözümü ortaya koymak gerekir.

O da, sorunların hem kaynağı hem de çözümü hususunda, Batı Avrupa gelişmeleri ile (burada Doğu’da neler olup bittiğini hep göz ardı etmenin doğurduğu kısırlığı unutmamak gerekir), Müslüman toplumların kendilerini bağlı hissettikleri dini inançla ilişkilerinin gözden geçirilmesidir.

Bu üçüncü şık, yukarıda dikkat çekilen iki farklı yöntemin birleştirilmesi ile ortaya konulacağı önerisi olduğu ortadadır.

Bu çerçevede, bir ay önce kaleme aldığım, ‘Bize münafıklığı öğrettiniz başlıklı’ yazının içeriğiyle doğrudan örtüşecek şekilde dün, Cuma hutbesinde kıymetli Jasser Auda Hoca’nın “emr-i bi’l ma’ruf wa nahy’il an’il munker” kavramı üzerinde yaptığı, İslami-tarihsel söylemler ile günümüz Müslüman toplumları ve yöneticilerine dair ince eleştirilerine tanık oldum.

Öyle anlaşılıyor ki, bu temel ve kapsamlı ilkenin ilk bölümüyle yani, “emr-i bi’l ma’ruf” konusunda pek bir sorunumuz bulunmuyor…

Ancak, her halükârda ilk bölümünü göz ardı etmemeyi salık vererek- sorunun büyükçe bölümünün ikinci bölümle yani, “nahy’il an’il munker” ile olduğu konusu gayet açık ve net.

İçerisinde elbette ki, Filistin meselesi de olmak üzere, Müslüman toplumların karşı karşıya kaldıkları tüm yaşanan kırılmalar, gerilemeler ve bunun, siyasal ve toplumsal yaşam üzerinde bıraktığı devasa etkilerin ‘sessiz kalışların’, ya da ‘sessiz kalmaya mahkum edilmişliğin’ sonucu olup olmadığını düşünmek gerekiyor.

LEAVE A REPLY