Mehmet Özay 15.07.2024
Toplum hafızasında, görece yeni bir hadisenin -bir kez daha, yenilenmesi ile karşı karşıyayız bugün…
15 Temmuz’u nasıl anlamak gerektiği, olan biteni araçsallaştırılmış ordu unsurlarıyla yapılandırılmış bir teşebbüs, meşru bir hükümeti alt etme vb. bir girişim olarak görüp geçiştirmek mi yoksa, bu hadise ile tarihde, benzerleri arasında bir tür devamlılık ile bu devamlılığa neden olan tarihsizlik ve hafızasızlık üzerinde mi durmak gerekir?
Hafıza vurgusu
Toplumlar için, tarihi hafızanın önemine kuşku yok…
Tarih boyunca toplumların var olması ve gelişiminde böylesine güçlü hafızanın varlığı söz konusu iken, benzer şekilde, ancak zıddı bir istikamette güçlü bir hafızaya sahip olamamanın toplumlara nelere mal olduğunu yine bize taih gösteriyor.
Türk tarihinin diyelim ki, -klasik bir yaklaşımla-, son bin yıllık süreci dikkate alındığında, Selçuklular bölümü bir yana, Osmanlılar döneminin daha ortalarına varmadan gündeme gelmeye başlayan ve belki de, abartılı bir ifade kabul edilse de, bugünlere kadar uzanan önemli dönüşümlere ve değişimlere tanık olunuyor.
Bu dönüşüm ve değişimlerin temel aktörlerini ise ellerine güç temerküz etmiş ordulu -bizatihi kendileri ordu olmakla veya ordu destekli sivilimsi yapılar, bunların lider ve diğer takipçi kadroları oluşturuyordu.
Şayet on yılı dolmamış bir gelişmeyi böylesine uzun dönemli bir tarihsel geçmişe yayarak anlamak gerekiyorsa, karşımıza sadece tarihi vakılar ve bu vakıalara örüntüleyen benzer hasletlere sahip bireyleri ve grupları mı anlamak gerekir?
Ve böyle yapıldığında, acaba tarihin ötesinde ve dışında antropolojik karakteristikler üzerinde durmak gerekmez mi?
Öte yandan, bu dönüşüm ve değişimlerin kendinde mi, dış faktörlerden mi, iç faktörlerden mi, ya da dış/öteki toplumlara yönelik analitik yaklaşımların eksikliğinden mi, iç gelişmelerden ders alınamamasından mı, kaynaklandığı gibi bir dizi soruyu aynı anda sıralamak mümkündür.
Analitik yaklaşım
Bugün, 15 Temmuz 2016’nın acılı hatırasına bir kez daha dikkate çekilirken, bu gelişmeye yol açan toplumsal ve siyasal olgulara, değişimlere, yönelimelere dair analitik ve geniş çerçeveli ele alışların düşünüşlerin olup olmadığını da aynı anda ele almak gerekiyor.
Bu söylemin yönünün biraz değiştirerek, “acaba darbeye tevessüle sevk eden nedir?” sorusunu sormak gerekir.
Son darbe teşebbüsü olgusunu, modern dönem siyasal rejimler içerisinde üreyen, üretilen tabiri caizse, siyaset rantının güç ve zorba bir yöntemle ele geçirilmesi kadar, tarihin erken dönemlerinden itibaren karşılaşılan dini içerikle ayaklanmacı eğilimlerin bir tür tekrarı olarak görmek te mümkün.
Burada bir karşılaştırma yapılacak olursa, 1997 güçlü muhtırasına ‘postmodern darbe’ adı verilirken, 2016 darbe teşebbüsünü nasıl açıklamak gerektiği konusunda kafaların karışık olmadığı söylenemez mi?
Bunun nedenini, belki ilkini, devlet içerisinde yapısallığı kesin olan bir kurum tarafından gerçekleştirilmesi ile, ikincisine yönelik anlama çabasındaki zorlukta görmek mümkün.
Devleti ele geçirme kutsallığı
Bu son iki gelişmeyi karşılaştırmayı teşvik anlamında bir diğer soru, “Devleti ele geçirme’ sendromunda bu iki darbe/girişimleri ne tür benzerlikler taşıyor?”
Tam da bu noktada, ‘devlet’ olgusu söz konusu olduğunda, yukarıda değindiğim Osmanlı dönemi gelişmeleri hatırlamak gerekiyor.
Devlet olgusu sadece kavramsal olarak değil, bir anlamda, fiili ve fiziki olarak da, kutsal bir yapı kabul edilirken, bu kutsal yapıya egemen olmanın da, bir tür kutsallığı içinde barındırdığını ve bu kutsallığı elde etmenin -meşru yöntemlerle olup olmadığı bir yana-, temel bir hedef olarak gündeme geldiğini söyleyebiliriz.
Söz konusu bu kutsallık modern ve seküler formuyla ortaya çıkabildiği gibi, geleneksel ve dini bağlamıyla da gündeme gelebilmektedir.
Bu birbirine zıd gibi gözüken ancak, hedefler ve yapılaşmalar noktasında benzerlik, aynı zamanda seküler anlamda ‘kurtarıcılık’ ile geleneksel ve dini anlamda ‘mehdicilik’in birbiriyle örtüştüğünü söylemek yanlış olmayacaktır.
Nihayetinde, ulus-devlet -olumlulukları kadar- olumsuzlukları içerisinde giderek daha çok dikkat çeken katı determinist devletçilik ile bunun, yine katı ve determinist liderlik profillerinde karşılık bulduğunu unutmamak gerekir.
Antropolojik zemin
Temelde bir yandan, antropolojik özellik öte yandan, siyasal, dini ideolojik nitelik bu yapıları birbirlerine yaklaştırırken, bu yapıları izleyenler için, ortada ciddi anlamda sorgulanmayı gerektiren bir durumun olduğuna kuşku yok.
Bu da, devletin ele geçirilebilecek bir yapı olmadığının, bireylerin ve toplumların paylaşım evreninin temelini oluşturmasıyla ortak bir zemin teşkil ettiğini yeniden ortaya koymak gerekiyor.
Bunu sivil ve entellektüel bir görev addedecek isek, bunun kolay olmadığı da bir o kadar aşikârdır.
Bu tutum, bütüncül bir sorgulamayı gerektirirken bu sorgulamadan modern devlet algısı ve olgusu ile geleneksel, dini bağlamda devlete biçilen rol ve öneme dair bir bütünsellik teşkil ettiğini söylemekte fayda var.