Mehmet Özay                                                                                                            27.06.2024

Bu başlıkta bir sorun olduğunu düşünüyor musunuz? Kanımca, burada bir sorun yok…

Temelde sorunu anlayabilmek için bu metne göz atmakta yarar var.

Müslüman birliğinin, üniversal anlamda ve temel bir siyasal çatı altında birlik olması kastedilmiyor burada. Bu yaklaşımı, buna gerek olup olmadığı çıkarımına yol açacak bir teolojik tartışmanın ötesinde durarak söylüyoruz.

Kaldı ki, Müslüman toplumların bu konuyu hakkıyla ele alacak bir rasyonel tutumdan uzak oldukları da gözlemleniyor.

Bunun yanı sıra, dünyanın geri kalanın Müslüman toplumların veya halkının çoğunluğu Müslüman olan toplumların biraraya gelmesine de pek sıcak baktıkları söylenemez…

Bu husus bir yana…

Belki, biraz daha kendi alanımıza yakın, gerçekçi veya pratik bir yaklaşım olarak Müslüman toplumların, jeo-politik ve jeo-ekonomik işbirliklerinde, niçin birbirleriyle yakınlaş/a/madıklarını sorgulamak gerekiyor.

20. yüzyıl gerçekliği

20. yüzyıl siyasal gerçekliklerini bir yana bırakarak söyleyecek olursak, 21. yüzyılda halkının kahir ekseriyetini Müslümanların oluşturduğu ve/ya ister monarşi ister cumhuriyet olsun kendilerini, ‘İslam devleti’ olarak lanse eden ülkelerin 21. yüzyılın bu ilk çeyreğinde, küresel ilişkilerde ve bu ilişkilerin dinamiğini oluşturan jeo-ekonomik ve jeo-politik yapılaşmalarda nerede durduğu sorusu önemlidir.

Bu ulus-devletlerin, jeo-politik ve jeo-ekonomik bağlamlarıyla ‘gerçekçi’ ilişkiler kurduklarına tanık olunmuyor. ‘Gerçekçi’ diyoruz, çünkü en azından ikili ilişkiler bağlamında var olan anlaşmalar olabilir.

Ancak, bunun ne, ikili ilişkilere konu olan ülkeler ne de, kümülatif olarak Müslüman toplumların geneline yansıyan sürdürülebilir bir etkisinden bahsetmek mümkündür.

Bunun nedenlerinden birinin, Müslüman toplumları bölme hedefindeki Batılı ve/ya Doğulu ülkelerin siyasal ve ekonomik çıkarlarıyla örüntülenmiş bir plânlamanın sonucu olduğu ileri sürülebilir.

Şayet, durum böyleyse konuşacak pek bir şey kalmıyor.

Bu durumda, başka alternatif cevaplar aramak durumundayız, o zaman…

Meselâ, “Müslüman toplumların, jeo-politik ve jeo-ekonomik gerçeklikler üzerine geliştirdikleri siyasal ve ekonomik teorileri var mıdır?” sorusunu yöneltebiliriz.

Güçlere eklemlenme

Bu noktada, konuya biraz daha pratik bir görünüm kazandırmak adına, örneğin Körfez Ülkeleri’nin (Gulf Countries), Suudi Arabistan’ın, İran’ın jeo-politik ve jeo-stratejik işbirliklerinde Rusya, Amerika Birleşik Devletleri, Çin Halk Cumhuriyeti ile kurdukları ilişkiler gayet dikkat çekicidir.

Bu ülkeleri örnek veriyoruz. Çünkü jeo-stratejik ve jeo-ekonomik konumları itibarıyla temsil güçleri oldukça yüksektir.

Halkının kahir ekseriyeti Müslüman olan bu ulus-devletlerin adı geçen doğulu ve batılı süper güçlerle ikili ilişkiler noktasında yakınlaşmalarının bir sorun teşkil etmediği savunulabilir…

Ancak, söz konusu ikili ilişkilerin, halkının büyük çoğunluğunu Müslüman olan diğer bazı toplumların oluşturduğu ulus-devletlere muhalif bir yapılanma içinde sürgit devam etmesinin anlaşılabilirliğini, İslami bir bağlamla veya Müslüman toplumların çıkarları bağlamına uygun bir şekilde açıklamak münkün gözükmüyor.

Batı ve Doğu’nun küresel yapılandırması

Burada birkaç soruyu daha gündeme getirelim…

Bu yüzyılın başlarında, örneğin, Barrack Obama 2008-2016 yılları arasında iki dönem başkanlığı sürecinde dillendirildiği üzere, Amerika Birleşik Devletleri için Pasifik Yüzyılı (Pacific Century) olacağı vurgusuna karşılık yukarıda zikredilen ülkelerin tutumu ne olmuştur?

Ya da, yine ABD’de 2016-2022 döneminde Donald Trump yönetiminde gündeme taşınan ve 2022 yılında Joe Biden hükümeti tarafından, “Refah için Hint-Pasifik Ekonomik Çerçevesi” (The Indo-Pacific Economic Framework for Prosperity-IPEF) başlığıyla kavramsal olarak yeniden güncellendiği gelişme karşısında yukarıda zikredilen ülkeler ne tür bir siyasal tavır geliştirmişlerdir?

Müslümen devletler, ABD’nin kendi sınırlarını aşarak küresel bir mahiyet arz eden kapitalizme karşılaşmak suretiyle bir jeo-ekonomik epistemoloji geliştirebiliyorlar mı?

Küresel jeo-politik ve jeo-ekonomik çekişmelerin odağı haline dönüşen Hint-Pasifik bağlamında bu ve benzeri süreçler devam ediyor.

Bunun en son örneklerini, Mayıs ayı sonu Haziran başında, Singapur’da yapılan Shangri-La toplantılarında ABD savunma bakanı Lloyd Austin’in ve 13-15 Haziran’da, İtalya’da yapılan G-7 zirvesinde İtalya devlet başkanı Giorgia Meloni’nin söylemlerinde tanık olduk.

Öte yandan, bu yüzyılın başlarında Dünya Ticaret Örgütü’ne üye kabul edilen ve ardından, tedrici olarak ekonomik modernleşmesini sürdüren bir Çin var karşımızda.

Hiç kuşku yok ki, Çin siyasal ideolojisi olan komünizme karşılık, ekonomik ideolojisi olarak liberal ekonomi ilişkilerine konu olması, kafa karıştırmaya yeter bir durum arz ediyor.

Çin’in, ekonomik modernleşme ile sınırlı kalmayacağının işaretlerini güçlü bir şekilde veren Şi Cinping, 2013 yılından bu yana jeo-ekonomik ve jeo-stratejik yapılaşmada Çin’in farklı bölgelere ve alanlara taşıyor.

Peki, Çin gelişir ve yeni bir küresel güç olarak ortaya çıkarken, yukarıda dikkak çekilen Müslüman ülkeler ne tür politikalar geliştiriyorlar?

ABD’nin siyasal ideallerinden farklılık taşısa da, Çin de, ‘Asya Yüzyılı’ perspektifini kendine özgü bir şekilde kurgulamaya devam ediyor.

Ve bu anlamda, kendine gayet önemli bir yer açan ve açmaya devam eden Çin’nin, bu yüzyılın kazananı olma konusunda elinde gayet güçlü argümanlar var.

Üstüne üstlük, gayet önemli mekanizmalar kurmuş ve kurmaya devam etmesi karşısında, Müslüman ülkeler, diyelim ki Çin’in komünist ideolojisini göz ardı ederek bu çıkarlara yaslanma eğilimindedirler?

Tüm bu gelişmeler karşısında, halkının çoğunluğu Müslüman olan toplumlar ve bunların içinde yer aldığı ulus-devletlerin, bu gelişmeler karşısında nerede durduklarını ve niçin böylesi tutumlar geliştirdiklerini pek tanık oluyor değiliz.   

Gelişmeler ve zorunlu seçim

Asya-Pasifik veya Hint-Pasifik jeo-stratejik yapılanması, -tanık olunduğu üzere-, kimi geri çekilişlere rağmen, başta ABD olmak üzere küresel aktörler veya küresel aktörlere eklemlenme çabasındaki bölgesel güçler  ve tekil ulus-devletler genel kabul görmüş durumda.

Bu geniş coğrafyada gerçekleşmekte olan gelişmeler bize, ABD ve Çin gibi küresel iki gücün benzer jeo-stratejik alanda karşı karşıya geldiklerini gösteriyor.

Bu karşılaşma, her ne kadar ekonomi faaliyetleri, küresel ticari etkinlikleri ve yatırımları noktasında aynı veya benzer ideolojik zeminde geliştiğini gösterse de, burada çok temel, tarihsel, ideolojik bir ayrışmanın yaşandığı kaçınılmaz olarak ortadadır.

Küresel yapılaşmayı gerçekleştiren güçlerin, doğu ve batı’daki ‘süper güçler’ olması bir gerçeklik olarak ortada dururken, halkının çoğunluğu Müslüman olan ulus-devletler, bu iki süper güçten birini -ki, burada Rusya’yı da zikretmek mümkün, diğeri karşısında hem, ekonomik ilişkilerde hem, askeri ve siyasal ilişkiler statejik ortak kabul etmektedirler.

Jeo-politik ve jeo-ekonomik işbirlikleri bağlamında Müslüman toplumlar biraraya gelemezken, birbirlerinden bağımsız olarak Batılı ve Doğu’lu süper güçlerle yakınlaşabilen bu toplumların dönüp dolaşıp bu güçlerin argümanlarını desteklerine tanık oluyoruz.

LEAVE A REPLY