Mehmet Özay 01.10.2024
Bugün, Çin Halk Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 75. yıldönümü…
Moa Zedung liderliğindeki Komünist Partisi ile Chiang Kai-shek liderliğindeki Milliyetçi Parti arasındaki siyasi rekabetin, 1949 yılında sona ermesinden bu yana 75 yıl geçti.
Çin’de yaşanan siyasal dönüşümün Pasifik Savaşı’nın sona ermesiyle başladığını söylemek yanlış olmayacaktır.
Savaş’nın hemen ardından, Asya-Pasifik’teki ülkelerin önemli bir bölümü bağımsızlık mücadelesi verirken, Ana Kıta Çin, Komünist ve Milliyetçi partilerin iç savaşına konu oldu.
20. yüzyıl başlarında, Çin modernleşmesinde önemli bir yeri olduğu söylenebilecek Milliyetçi Parti’nin sivil savaşı kaybetmesi, bugünkü Çin Halk Cumhuriyeti’nin (The People’s Republic of China-PRC) kuruluşunu meydana getirdi.
Bu yazıda, Komünist Çin’in dünyaya açılmasını bazı aşamalarla kısaca izah edeceğim. Ve karşı karşıya kalınan iki soruyu gündeme getireceğim…
Kısmi dönüşüm
Temelde, 1970’li yılların başında, Mao Zedong’un hayatta olduğu dönemde, ABD’de Richard Nixon hükümetinin ve özellikle de, dışişleri bakanı Henry Kissinger’ın göz ardı edilemeyecek girişimleriyle komünist Çin, Batı ve Batılı kurumlarla -özellikle de, ekonomi alanındaki yapılarla- tanışmaya başladı.
1971 yılı sonunda, Birleşmiş Milletler’de alınan kararla Tayvan yerine, Çin Halk Cumhuriyeti yani, komünist Çin BM üyeliğine kabul edildi.
Birinci evre
Çin Halk Cumhuriyeti’nin, ilk kritik evre olarak adlandırabileceğimiz 1976’da aktif olarak başlayan dışa açılma serüveni, 1991’de Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) çöküşüne kadar devam etti.
1976 ile 1991 arası dönem Çin adına, Batı kapitalizmiyle tanışma evresi olurken, aynı zamanda Moskova-eksenli yapılaşmanın zaafiyetlerinin de yakından incelendiği bir dönem olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
Bu anlamda, söz konusu bu süreci, iki yönlü öğrenme edimi olarak değerlendirmek gerekir.
Bunlardan ilki, Batı yani, ABD ile yakınlaşma ile liberal ekonominin yapısallığı; ikincisi ise, Sovyet tarzı komünizmin açmazları…
Bu dönem hatırlanacağı üzere, ABD ve SSCB arasında Soğuk Savaş yılları olarak anılır, önemli bir ideolojik ve ekonomik mücadeleye konu olurken, Çin yönetiminin bu süreci gayet pragmatik bir yaklaşımla değerlendirerek, SSCB’nin siyasal gidişatından dersler çıkardığı aradan geçen süre zarfında daha net anlaşılıyor.
Pragmatik diyorum, nihayetinde, Nixon-Kissinger ikilisi ile başlayan süreçte, ABD-Çin arasındaki ilişkilerin ideolojik değil, tam anlamıyla ekonomik değerler üzerinden belirlendiği ortadadır.
Öyle ki, ABD yönetimi, Çin’in ideolojik yapılaşmasına gayet bonkörce zemin açarken -veya siyasal liberalleşme sürecini ötelerken-, ekonomik yapılaşmasında Japonya, Singapur, Hong Kong gibi kendisi gibi ülkeleri ve bölgeleri örnek almasında gayretkârlığını göz ardı etmemek gerekir.
İkinci evre
1976 yılı sonrasında Çin’de ikinci kritik evre, 1989’de Tiananmen Meydanı hadisesi olarak tarihe geçen ve ekonomik açılımı, siyasal ve kültürel bağlama veya bir başka ifadeyle söylemek gerekirse, kültürel ve siyasal modernleşmeye taşımayı hedefleyen gelişme oldu.
SSCB’nin 1991’deki yıkılışından iki yıl öncesine denk gelen, ancak ilhamını Doğu Avrupa’da gelişmelerle birlikte anılmayı hak eden Tiananmen süreci, Çin yönetimi üniversite öğrencileri ve aydınların öncülüğündeki özgürlüklü söylem ve açılımın önünü askeri güçle bastırırken, Doğu Avrupa ülkeleri kendi açılımlarını gerçekleştirmeyi başardılar.
Üçüncü evre
Üçüncü evre, Çin’in küresel ekonominin bir partneri olduğunu teyit eden, 2001 yılındaki Dünya Ticaret Örgütü’ne kabul edilmesi ile tabiri caizse, 21. yüzyıla radikal denilebilecek şekilde ayak bastı.
Çin, bu süreçte ekonomik işbirlikleri özelinde, dışa açılmayı temel bir politika olarak sürdürürken, yanı başında ona yardımcı olacak örneğin Singapur, Japonya ve hatta Tayvan gibi gibi farklı ülkelerden liderlerini ve bu ülkelerin kurumlarını bulduğu da bir gerçek.
Dördüncü evre
Çin ekonomik modernleşmesinin dördüncü evresini, bugün devlet başkanlığı koltuğunda oturan Şi Chinping’in 2013 yılında komünist parti genel sekreterliğine getirilmesiyle başladı.
Özgüveni tavan yaptığını anlaşılan ve bunu gayet açık ve net ifadelerle gündemi belirleyecek şekilde ortaya koyan Şi Chinping’in, Maocu köklere bağlılığı yenileyici yaklaşımını dikkatle izlemek gerekiyor.
Ve bu süreç devam ediyor…
Temel sorun
Komunist Partisi liderliğinde, bugün kuruluşunun 75. yılını kutlayan Çin’in, karşı karşıya olduğu iki temel soruyu gündeme taşıyabiliriz.
Karşımızda, evrim geçirerek kendini yenileyen bir komünizm mi yoksa, rotadan sapan bir komünizm mi bulunuyor?
Burada dikkat çeken husus, Çin yönetiminin bağlı bulunduğu siyasal ideolojik bağlamda yani, Marksizmi öne çıkaran bir söylemi gündeme taşımaması aksine, tarihsel geçmişe ve bu anlamda oluşturulan değerlerle, bugünkü ‘başarılı’ kabul edilen modernleşme sürecini yorumlama çabasıdır.
Marksizme vurgu yapılmamasına değinirken, öte yandan, Maocu komünizmin varlığını ve bu komünizmin Çin için önemini unutmuyorum…
Bununla birlikte, ortada vurgu yapılan bir ‘özgüven’ ve ‘özgelişim’ olgularının olması, bunun neye tekabül ettiğini de sorgulatıyor.
Bu ‘özgüven’ ve ‘özgelişim’ kavramlarının, Maocu Marksizmden türetilmediği de gayet açık.
‘Kültür Devrimi’nin nelere yol açtığını hatırlayacak olursak, Çin siyasi elitinin Mao ve değerler noktasında başvurusunda sorunlar ortaya çıkacağına kuşku yok.
Konfüçyüscülük
Verilen cevaplara bakıldığında, Konfüçyüscü değer/ler dikkat çekiyor…
Bugün Çin’de, siyasi elitin Çin’in ekonomik modernleşme süreçlerinin, gizli/açık Konfüçyüscü kavramlarla açıklama eğilimini iyi değerlendirmek gerekiyor.
Bu noktada, Konfüçyüs’ün bir din adamı ve bir din tesis etmiş olmaması aksine, ‘seküler’ bir öğretiyi ortaya koyması bakımından, Çin komünist partisi elitince ve politika yapıcılarında reddedilebilir bir yanı bulunmuyor.
Kaldı ki, geniş Çin toplumunun ‘değerler’ noktasında kendini ait hissedebileceği alanların başında, -komünist ideolojinin dışında ve ötesinde-, Konfüçyüscülüğün gelmesinin, devlet-toplum ilişkisini sağlıklı bir rotaya oturtmadaki rolünden bahsedilebilir.
Aslında, tam anlamıyla organik bir eklemlenmeden bahsetmemekle birlikte, belki de, geleneksel Çin değerleri ile modern kapitalizmi uyarlamanın sonucu olarak -suni olarak ortaya çıkan-, bir tür iç içe geçmiş yapının doğurduğu ekonomik modernleşmenin varlığıyla karşı karşıyayız.
Yukarıda dile getirdiğim soruya Çin’de bugün var olan komünist ideolojiyi temsil eden örneğin, tek parti rejimi vb. gibi, kurumlar noktasında baktığımızda bir tür devamlılıktan söz edilebilir.
Bununla birlikte, geniş Çin toplumunun yüzyıllar boyunca inşa edip geliştirdiği değerlerine belki de, yeniden dönüşün oluşturduğu bir tür modelden bahsedebiliriz.
Bu anlamda, Konfüçyüscü değerlerin, katı ve materyalist ekonomik modernleşmeye ‘ruh’ katan bir yönü olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.