Mehmet Özay                                                                                                            15.08.2024

Bugün, Açe Barışı’nın 19. yılı…

Bu yazıda, Açe Barışı’nın aradan geçen süre zarfında nereden nereye geldiğini ele almayacağım…

Aksine, ‘biz’ bu gelişme karşısında ne yaptı, ne yapıyoruz, neyi nasıl yapıyoruz bağlamında kısa birkaç değinide bulunacağım.

Ve bunu da, Türkiye’de akademi dünyasının, -var olan birkaç yaklaşım üzerinden- konuyu nasıl ele aldığı üzerinde bazı yorumlarda bulunacağım.

Ve bunu destekleyici mahiyette, birkaç hususu gündeme getireceğim…

Barış süreci ve akademi

15 Ağustos 2005 tarihinde  Finlandiya’nın başkenti Helsinki’de Endonezya merkezi hükümeti ve Açe Özgürlük Hareketi (Gerakan Aceh Merdeka-GAM) arasında varılan anlaşma, uluslararası anlamda gazetecilik başta olmak üzere farklı alanlarda akademik ve entellektüel çalışmalara konu olmasıyla dikkat çektiği ortada…

Bu çerçevede, Türkiye’de bu konuda ele alınmış akademik eserlerin varlığından söz etmek, birkaç çalışma hariç mümkün gözükmüyor.

Bu çalışmaların yazarlarının da, bölgeye dair kapsamlı akademik ve entellektüel eğilimleri gözlemlenmediği gibi, doğrudan ve sürdürülebilir bir şekilde bölgeyi ele almadıkları da ortada.

Özellikle, sorunu ele alma eğilimi sergileyen bir iki çalışmanın yazarı, Açe sorununu, çatışma ve barış süreçlerini sanki, Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğusu’ndaki sorunla özdeşleştirme eğilimlerini  gizli/açık kendini ortaya koyuyorlar.

Bu durum sezginin ötesinde, ortaya konulan çalışmaların dilinde/söyleminde belirgin demek yanlış olmayacaktır.

Üstüne üstlük, Açe gibi “gayet uzak bir coğrafyadaki” gelişmeleri, akademik beceri ile okuma uğraşının, ne denli sağlıklı olacağı ve ortaya konulan ürünlerin, ne denli sağlıklı veriler sağlayacağı ve anlamlı yorumları üreteceği de tartışmaya açıktır.

Buna dair, yıllar önce TÜBİTAK araştırma bursuyla, Türkiye-Endonezya ilişkilerini ele alan kısa bir araştırma makalesinin, ne denli onulmaz hatalarla dolu olduğunu yazdığım eleştiri yazısıyla ortaya koymuştum…

Epistemolojik uyumsuzluk ve kafa karışıklığı

Benzer bir durumun, Açe çatışma-barış süreçlerini okumaya uğraşan ve bunu, -bir tekrar olarak-, Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu’sundaki kendine özgü sorununa gizli/açık eklemleme çabasında gündeme geldiğini ifade etmek istiyorum.

Bunun ötesinde ve de kaldı ki, Türkiye’deki sorunun ideolojik temellerindeki anlamsızlık, tarihsel anakronizim ile uluslararası çevrelerce kullanışlı bir aygıt haline getirilmişliği vb. boyutları görmezden gelerek, Kuzey Sumatra’daki gelişmeden kendine, kendi sorununa pay çıkarmaya çalışmanın temelde, epistemolojik bir yanlışlığa düçar olduğunu söylemek gerekiyor.

Bu noktada, Açe’yi yakın ve orta vade geçmişi ile modern dönem koşullarındaki siyasal ve toplumsal olgularla anlamak ve tüm bu süreçlerde, Açe’yi bir siyasal ve toplumsal bütünlük olarak gündeme gelmesini sağlayan epistemolojiyi ortaya koymak yerine, aklı ve duygusu Türkiye özeline konuşlanmış bir “akademik” tutumla  konuyu gündeme taşıma eğiliminin, öncelikle akademik etikle, araştırmanın ruhuyla çatışır bir yönü olduğunu ifade etmek gerekiyor.

Kulağa fısıldanan…

Temelde, bu soruna, bazı benzerlikleri dolayısıyla yıllar önce dikkat çekmiştik…

O dönem, Türkiye’den STK’ların yardım amaçlı olarak Açe’de bulunmaları ve bunun bölgedeki çatışma ortamından barış ortamına geçiş sürecine rastlaması kafaların karışmasına neden oluyordu…

Nihayetinde fiili çatışma ortamından, barışa henüz yeni geçmiş bir toplumsal yapı içerisinde faaliyet yürütme çabasındaki STK’ların Açe’yi, Açe’deki hareketi ve süreçleri nasıl anlamaları gerektiği konusunda belki de, birileri birilerinin kulağına birşeyler fısıldamış da olabilirdi.

O dönemde, bilgiden yoksun bazı kişiler, Açe’deki var olan sorunu onulmaz bir hata olarak Türkiye’nin ‘Doğu’sundaki olguyla karşılaştırma başarını sergiliyordu.

Bunu bilinçli yaptıklarını düşünmemekle birlikte, bilinçsizce yapılmış olmasının da affedilebilir bir yanının olmadığı aşikârdı.

Oysa, yapılması gereken, Açe’yi kendi siyasal ve toplumsal gerçekliği ile anlama çabası olmalıydı ve bu anlamda Açe’deki tüm çevrelerde doğrudan ilişkiler geliştirilmeliydi…

Kanımca, bu denli ciddi bir uğraş için, kimsenin pek de harcayarak vakti yoktu…

Yukarıda yazmış olduğum “birilerinin kulağına birşeyler fısıldamış”lık olgusuna biraz açıklık getireyim…

Örneğin, tsunamiden yıllar önce yani, bir başka deyişle, daha çatışma dönemi sürerken gazeteci Coşkun Aral, Açe’ye yapmak istediği ziyareti gündeme getirdiğinde, bölgedeki Türk ilgililerden nasıl ‘fırça’ yediğini anlatmıştı…  Ve bunu da kaleme almıştı.

Akademik etik

Diplomatik nezaket çerçevesinde, ülkelerarası ilişkileri geliştirmenin, sürdürmenin rasyonalitesi ortada.

Ancak, ortada akademik ve entellektüel ilgiye mazhar olan bir yapının olması ve bunun anlaşılabilirliğinin önemini, bazı irrasyonel kaygılara kurban etmenin önemli bir kayıp olduğunu da görmek gerekiyor.

Bu söylemin sağlamasını şu şekilde yapabiliriz… Tsunami sonrasında Doğu’dan ve Batı’dan yüksek lisans, doktora ile düşünce kuruluşları bağlamında Açe’yi çalışan pek çok akademisyen oldu…

Ancak, Türkiye akademisi, bu alanda çalışma yapma yönelimi sergileme becerisi, marifeti, yaklaşımı sergileyemedi.

O zaman, “Bilmediğiniz bir alanda, nasıl hüküm vereceksiniz ve gelişmeleri nasıl anlamlandıracaksınız? sorusuna muhatap olunduğunda elimiz bomboş kalacak ya da, üretilen irrasyonel kaygılar ve çıkarımlarla hareket etme gibi bir alana sapılacak demektir.

Velhasılı kelam, Türkiye’de akademi dünyasında geniş Malay dünyası çalışmalarına yönelik ilginin azlığı ve genel itibarıyla, derinlikten yoksunluğu, modern dönemde Sumatra Adası’nın kuzeyinde Açe’deki çatışma süreçlerini, tsunami sonrası barış süreçlerini, toplumsal ve siyasal talepleri ve değişimleri anlama yönünde çabaların olmamasında gözlemliyoruz.

Bu boşluktan istifadeyle ortaya çıkan birilerinin de, var olan gerçeklikleri -bileyerek veya bilmeyerek manipüle etme çabaları içinden çıkılması gayet güç durumlar oluşturuyor.

LEAVE A REPLY