Mehmet Özay                                                                                                            14.10.2024

İslam toplumlarının, bugün içinde bulundukları kriz/ler/in sanki, bugün ya da yakın geçmişte ortaya çıkmış olduklarına dair tuhaf bir algı var.

Hemen yazının başında, bu algının gayet önemli bir yanlışa tekabül ettiğini söylemek gerekiyor.

Her ne kadar, günümüzde insanlık toplumlarının, küresel olarak hiç de iç açıcı olmayan durumlarını bir tür bahane olarak kabul edip, “bizim de iyi olmamız için şartlar el vermiyor” diyenler olabilir.

Ya da, kullanışlı bir replik haline getirilerek, ileri geri ortaya atılan, “biz son iki yüzyıldır sorunlarla boğuşuyoruz” söylemine sığınıp, bugün içinde bulunulan durumu, bu azımsanmayacak tarihi sürece yaslanılacak gizli-açık bir bahane olarak kabul edenler olabilir.

Sorun iki yüzyıllık değil!

İşin öte yanında, bu, “son iki yüzyıllık… “ söylemin, iki yüzyıl öncesinde -diyelim ki, yaklaşık 1200 yıllık İslam tarihinde ve bu tarih içerisinde hem, Müslüman toplumların kendi içlerinde ve kendileriyle etkileşimlerinde hem de, adına Batı dediğimiz büyük ‘öteki’ ile ilişkilerinde- neler olup bittiğini irdilenmeye yanaştırmayacak bir bariyer olarak da önümüzde durduğunu, ciddi ve cesurca ileri sürmek gerekiyor.

Diyelim ki, 19. yüzyıl son çeyreğinden itibaren, ulema sınıfı, bürokrat ve siyasetçi sınıfı, tekil gazeteciler ve entellektüeller grubunun dillendirdiği yeniden dirilişçilik (tajdid/revivalism) olgusunun ortaya konulmasında, -ağırlıklı olarak- başat ve kaçınılmaz unsurun, Batı eğitim sisteminin adaptasyondan geçtiği söylemi üzerinden, bugüne kadar azımsanmayacak bir sürenin geçmiş olmasına rağmen -ortada kayda değer Müslümanca tutum, tavır, davranışdan başlayarak, kendinde ve anlamlı toplumsal kurumsallaşmalara kadar giden alanlarda elle tutulur bir yapının ortaya çıkmamış olması, bizatihi bu söylemin, sorunun öylesine basit bir yaklaşımla eğitim sistemine ve de Batı’nın ürettiği teknik ve rasyonel eğitim kurumlaşmasına bağlı olmadığı da anlaşılmaktan uzak bir noktada bulunuyor.

Bir yanda, kendisine kasıtlı ve bilinçli olarak ‘modernist’ adını veren öte yandan, Batılılarca ‘radikal-fundamentalist’ yaftası yakıştırılan bu akım içerisinde yer alan alim, bürokrat-siyasetçi, gazeteci-entellektüel bireylerin ve çevrelerin, bugüne kadar İslam toplumlarına sundukları söylenebilecek iddiaların, plânların ve projelerin pek de derde deva olmadığı anlaşılıyor.

Belki de bu noktada, tarihsel süreçleri her iki açıdan yani, önce en baştan sona ikincisi, en sondan başa doğru gözden geçirecek bir metodoloji ortaya koymakta ve olan biteni detaylarıyla anlamaya çalışmakta yarar var.

İkilem

İşin tuhaf yanı, 19. yüzyıl ikinci yarısından itibaren ortaya çıkan modernist, bir başka ifadeyle içerden modernleştirici figürler olarak alim, siyasetçi, gazeteci-entellektüellerin dönemin sömürge yönetimleri tarafından desteklenmeleri bir yana, yakın takibe alınarak birer tehdit unsuru olarak görülmeleri de gayet ilginçtir.

Bu çevrelerin bizatihi, “biz de sizdeniz…” diyerek Batı’ya ve Batılı çevrelere yönelme, sömürge yönetimleriyle bir ölçüde arayı iyi tutma arzu ve isteklerine ve bu yönde, epeyce kalem oynatıp söylem geliştirmelerine karşılık, Batılı sömürgeci kuvveler tarafından, kabule şayan tutulmamalarını özellikle araştırmak ve çalışmak gerekiyor.

Ontolojik ve epistemelojik zemin

İlgili reformcu çevrelerin, bugün yaşanılan sorunları, son iki yüzyılın birikimi olarak görmeleri ve bu birikimde eleştiri payını kayda değer bir bölümünü adına, “geleneksel” denilen düşünce ve pratiklere yüklemeleri yönündeki yaklaşımları -onlar açısından- tam da, çözümün başlangıcını oluşturduğunu ileri sürebiliriz.

Bununla birlikte, burada, gayet önemli bir sorunla karşı karşıya olunduğunu açıkça söylemek gerekiyor.

Bu sorunu tespitte, söz konusu bu yaklaşımın ontolojik ve epistemolojik olarak, iler tutar bir yanının olmadığından başlanmalıdır.

Bu noktada, odağında dinin/dini düşüncenin yer aldığı bir sürecin bulunduğu aşikâr…

Bununla birlikte, bir an için ‘dini alanı’ paranteze alarak, daha genel veya halimizi anlatmaya daha müsait bir alana yani, kültürel alana eğilerek bir açıklamada bulunmak mümkün.

İnsan toplumlarının var oluşunda ve hatta, şu veya bu ölçüde dini yapılanmalarına da şeklini veren veya en azından, kendilerine dışardan bir unsur olarak sunulan dini yapıyla aynı görüşte olabileceği, ‘insan yaşanmışlığının, tecrübesinin ve de fıtratının’ gereği olarak kabul edilebilecek kültürel yapının dahi kökten söküp atılamayacak oluşundan hareketle, yüzyılların birikimi ve değeri ile ortaya konulmuş olan dini yapılaşmanın kayda değer unsurlarını, ortadan kaldırıp atma teklifini getirenlerin kendilerini modernist veya yenileştirici olarak sunmalarında -durdukları yer itibarıyla haklılık payları olsa da-, İslami bağlamda ortaya gayet garabet bir durumun çıkmasına da yol açtıkları bir gerçek.  

Dinlerin ve tabii ki İslamiyetin de, insan toplumlarına getirdiği ve sunduğu olguların ‘hak’ temelli bir düşünce sistemi olması, bu anlamda, bunların birbirine eklemlenmiş aynı hakikatin özünü içinde taşıyan birer devam ettirici yapılar olduklarına işaret ediyor.

Bu çerçevede, insan toplumlarının fıtratlarına yönelik bir hatırlatma aracı olarak dinlerin varlığı bir anlamda, fıtrat özelliklerinin önemli bir bölümünü koruyabilmiş veya bu özelliklerini yeniden keşfedebilme yeterliliği geliştirmiş toplumların, din ile sorun/lar yaşamak yerine, dini zamanla içkinleştirebilecekleri bir konumda olduklarını söylemek mümkün. Tam da bu noktada, modernleştiricilk, yenileştiricilik gayesiyle ortaya çıkan bireylerin, akımların ve yapıların ortaya çıktıkları sosyal gerçeklikleri ele alarak, olan bitene dair yeni yorumlar getirmek gerekiyor.

LEAVE A REPLY