Çin Devlet Başkanı Xi Jinping, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun New York’da yapılacak yetmişinci yıl dönümü toplantıları için Amerika Birleşik Devletleri’nde. Bu ziyaret, Jinping’in geçen yılki ziyaretinin ardından ikinci ziyaret olurken, BM’nin bu önemli yıldönümünde Çin-ABD ikili ilişkilerinin yanı sıra, küresel bağlamda gündemi oluşturan çeşitli konuların da ele alınacağı öngörülüyor.
Çin-ABD ilişkilerine geçmeden önce, BM’deki tarihi toplantıya dair birkaç hususa değineyim. Hiç kuşku yok ki, BM Genel Kurulu’nun bu tarihi toplantısına, savaşların ve ekonomik krizlerin gölgesinde giriliyor. Bu anlamda, BM’nin, İkinci Dünya Savaşı’ndan çıkmış ülkelere yeni bir umut olma amacıyla kurulduğu 1945 yılı ruhunu yeniden yansıtıp yansıtmayacağı merak konusu. Bu anlamda, zaten bir bölümünün çoktan başladığı bu yılkı toplantılar boyunca küresel sorunların masaya yatırılacağı görülüyor. BM Güvenlik Konseyi gibi sınırlı sayıda ülkenin katılımının aksine, Genel Kurul toplantısı kimi gözlemcilerin ifadesiyle uluslararsı “diplomatik ticaret fuarı”nı andırıyor. Bu bağlamda, bu önemli yıl dönümünü özel kılan bir diğer husus ‘A Takımı Diplomatları’ olarak adlandırılan Çin, Rusya, İngiltere devlet ve hükümet başkanlarının yanı sıra, Hindistan Başbakanı Narendra Modi, İran Devlet Başkanı Hasan Ruhani, Mısır Devlet Başkanı Addul Fettah Sisi gibi devlet adamlarının da aralarında yer aldığı 140 devlet ve hükümet başkanı toplantılarda hazır bulunacak. Aradan geçen yetmiş yıla rağmen, dünyaya özellikle belli coğrafyalara toplumsal huzurun henüz gelmemiş olması kuşkusuz ki, tartışmaların boyutunu belirleyecektir.
Bu bağlamda, BM’nin önümüzdeki dönem için gündeminde yer alacağı belirtilen “Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri” başlıklı bir proje üzerinde de çalışmalar sürüyor. Aslında bu, hem sürdürülebilirlik hem de kalkınma gibi kavramlar ilk defa ortaya atılmıyor. İkinci Dünya Savaşı sonrasında, bir yandan Batılı ülkelerce açık seçik bir şekilde, o dönemin Sovyet Rusya’sı tarafından üstü örtülü bir şekilde ortaya konulan ve Üçüncü Dünya ülkelerini hedef alan kalkınma programlarının odağında ‘sürdürülebilirlik’ bulunuyordu. Ancak 20. yüzyıl boyunca ortaya konan tüm kalkınma hedeflerinin üçüncü dünya denilen coğrafyada hak edilen kalkınmacı hedeflerin gerçekleştirilmesine yol açmadığı gibi, insan hakları-silahlanma-çevre-gıda güvenliği gibi tüm insanlığı ilgilendiren hususlarda umutsuzluğu pekiştirecek politikalar egemen oldu. Bununla elbette, örneğin Güneydoğu Asya ülkelerinin önemli bir bölümünde aradan geçen, diyelim ki en azından yarım yüzyıllık süreçte hiçbir kalkınma olmadığını söylemek istemiyorum. Ancak, kalkınmacılığın insani değerlerle eşgüdümlü yürü/tüle/mediği, başta maddi/manevi yolsuzluklar ile insan elinin ürünü olarak doğal afetlere yol açan yanlış endüstrileşme ve kalkınma politikalarının acısı bölge halklarınca yakinen hissediliyor.
Bunun en son ve en önemli örneğini Çin oluşturuyor. Bugün dünyanın ikinci büyük devi konumundaki Çin, önde gelen büyük şehirlerinde yaşanan ve çok temel bir insan hakkı ihlali olarak kabul edilmesi gereken hava kirliliğiyle mücadelede henüz başarılı olabilmiş değil. Çin’in kendi sınırları içerisinde Tibet, Uygur, Hong Kong ve de hâlâ üzerinde siyasi egemenlik iddiasını sürdürdüğü Taiwan’la ilişkilerindeki kaçınılmaz sorunlara, Doğu ve Güney Çin Denizi’nde bölgesel ve de küresel deniz ticaretini tehdit boyutundaki girişimleri eklemleniyor. Soğuk Savaş’ın bitmesinden bu yana yirmi beş yıl boyunca ekonomisini dünyaya açmasıyla onaylanan Çin, aslında bu yanıyla da küresel kapitalizm devlerini ikna edebilmiş değil. Yabancı yatırımcılar üzerinde kurulan baskılar bir süredir gündemde.
Bunun yanı sıra, her ne kadar, Çin yönetimi kontrol edilebilir olduğunu söylese de, son dönemde yaşanan ekonomik kriz karşısında, örneğin Cumhuriyetçilerin başkan adaylarından Donald J. Trump, ABD’nin Çin ekonomisine aşırı etkileşimi nedeniyle kendilerini de batıracağını açıklamasıyla dikkat çekiyor. Çin yönetiminin sadece ‘güvenlik’ olgusunu öne çıkartarak yöneltilecek eleştirilere tatminkâr cevap verebileceğini düşünmek mümkün değil. Öte yandan, Batı’ya bir dünya gücü olarak kendini lanse ettirme çabasında olacağı da düşünüldüğünde, son yirmi yılda tedrici olarak geliştirdiği askeri varlığı ve de ekonomisindeki görece kalkınmışlık özelliği dışında acaba hangi ülkeler Çin’i bu anlamda ABD’nin yanında veya alternatifi olarak görmeyi tercih edeceklerdir.
Bu minvalde Xi Jinping-Obama görüşmelerinde yukarıda değindiğim hususların şu veya bu şekilde ele alınacağını düşünebiliriz. Bu tip ziyaretlerde tarafların, işin içinden ‘başarıyla’ çıkılması gibi biraz da medyatik yönü öne çıkartacaklarını unutmamak gerekir. Ancak Xi Jinping’in, yaklaşık iki yıllık iktidarı boyunca güler yüzlülüğünü ülke politikalarına yansıtmadığı eleştirisi yüksek sesle dillendiriliyor. ABD yönetiminin gerek Çin yönetiminin kendi halkına karşı, gerekse bölge ülkeleri üzerinde doğurduğu kaygı boyutunu dile getirmemesi de, ABD’nin en azından kendi ilkeleri doğrultusunda bir zaafiyet olarak görülecektir.
Buna ilâve olarak, Çin’in tüm arzularına rağmen, ABD’nin Çin’i eşit bir küresel güç mesabesinde görmeyeceğini tahmin etmek zor değil. Çin, komşu ülkelerce de hak iddiasında bulunulan su yolları üzerinde suni adalar inşasıyla Güney Çin Denizi sorununun devam etmesi yönünde bir tür inatlaşma süreci sürdürdüğü ileri sürülebilir. Bu gelişme karşısında, ABD’nin endişesi sadece askeri egemenlik anlamında değil, bunun ötesinde bu gelişmeleri küresel serbest ticarete vurulabilecek bir darbe olarak algılamasından kaynaklanıyor. Örneğin tıpkı 19. yüzyıl başlarından itibaren Bengal-Çin arasındaki yürütmeye ve de yönetmeye başladığı ticaret üzerinde deniz yolu güvenliğini büyük bir sorun olarak gören İngiltere gibi, bugün de ABD benzer kaygıları taşıyor. Bu sorunlu alanlar varlığını sürdürürken, büyük devletlerin her zaman alternatifleri vardır görüşünü bir kenarda tutarak, söz konusu bu iki ülkenin oturup hangi küresel sorun etrafında ortak politikalar geliştirebilecekleri sorusu akla geliyor.
http://www.dunyabulteni.net/haber-analiz/341260/xi-jinping-bm-toplantilari-icin-abdde