Doğu ve Güneydoğu Asya coğrafyasında Müslümanlara yönelik baskıların bir örneğini Çin devletinin Uygurlara yönelik uygulamaları oluşturuyor. Burada Uygur özerk bölgesi ile Çin merkezi yönetim arasında yaşananlara ve de Uygurların kısmen de olsa göç yolu olarak bilinen Güneydoğu Asya’daki konumuna kısmen değineceğim. Ancak öncelikle, Çin’in azınlıklarla ilgili yaklaşımındaki değişime ışık tutacağını düşünerek geçmişe referansta fayda var.
Çin’in uzun tarihinde çok çeşitli azınlıkları içinde barındırdığı kadar, dönem dönem Çin hanedanlıklarının dış politikasının bir ürünü olarak Doğu-Güneydoğu Asya ve Hint Okyanusu’nun batısına değin uzanan topraklara barışçıl amaçlarla etkileşimlere ön ayak olduğu biliniyor. Geçmişteki bu ilişkinin Batılı sömürgecilik tarihinin başlamasından öncesine rastladığı dikkate alındığında, temelde Çin hanedanlıklarının yayılmacı politikalar gütmediklerini ileri sürmek mümkün. Bununla birlikte, 19. yüzyıl sonu 20. yüzyıl başlarından itibaren büyük kırılmalara sahne olan dünya siyasetinde Çin de kendi içinde önemli devinimlere konu oldu. Son döneme gelindiğindeyse, Milliyetçi Çin-Komünist Çin ayrışmasında 1949 yılında belirginlik kazanan mücadelede kazananın ikincisinin olması, ülkenin ve bu toplumsal yapının bugüne kadar adına azınlıklar denilen politikalarının da farklı bir bağlamda tasarımlanmasına neden oldu. Bu noktada, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB)’nin azınlıklarla ilgili politikalarının devşirilmesi, Çin gibi bu anlamda özel bir tarihi sahip olan bir ülkede azınlıkların ayrıştırmalara konu olmalarının temelini oluşturur.
Doğu Türkistan olarak da bilinen Sincan-Uygur Özerk Yönetim çevresinde neler olup bittiği kadar, sürecin başat aktörü konumundaki Çin yönetiminin yönelimine kısaca bakmakta fayda var. Çin’in kuzey-batısında Uygurların yaşadığı ‘Sincan-Uygur Özerk Bölgesi’ coğrafyanın tarihsel derinliğinde özgürlük başat bir olgu olduğu kadar, Çin hanedanlıkları ve özellikle de 20. yüzyılda Çin’deki siyasi yapılanma o denli özgürlükleri sınırlayıcı anlayışın temsilcisi olarak gündeme gelir. Bununla birlikte, Uygurların kahir ekseriyetinin Müslüman olmasından mütevellik komünist Çin’in baskısına maruz kalmasıyla, Çin kökenli Müslümanların görece rahat bir konumda varlıklarını sürdürmeleri arasında da bir çelişki yok aslında. Ülkenin farklı bölgelerinde yaşam süren Çinli Müslümanların içinde bulundukları dini-sosyo-kültürel atmosfer ile Uygurların teneffüs etmek istedikleri atmosfer birbirinden tamamen ayrışmaktadır. Bu noktada, örneğin, din, kılık-kıyafat, gelenek-görenekler, eğitim ve dil gibi alanlara karşılık gelecek zorunluluklar Çinli Müslümanlar için görece daha az baskı unsuru olarak değerlendirilebilir. Uygurların geleneklerine ve dini inançlarına bağlı bir toplum olduğu dikkate alındığında, yukarıda zikredilen alanlardaki baskıların onlar için dayanılmaz boyutlara ulaştığı görülür.
Bu noktada Çin’in ne istediği kadar, Uygurların da ne tür beklentiler içinde oldukları da önem arz ediyor. Bu bağlamda, Çin kökenli Müslümanlar açısından bakacak olursak, herhangi bir dini-toplumsal talepten bahsedilebilir mi? Yoksa Çin yönetiminin konuşlandırmasına tabi olmuş bir toplumsal yapıdan mı ibarettir sorularını da gündeme getirebiliriz. Ancak Uygurlar nezdinde, din ile özgürlük/bağımsızlık birbirinden ayrışması mümkün olmayan iki entitedir. Bu çerçevede, adına Hui Müslümanları olarak da anılan ‘Han kökenli Müslümanların tabi olduğu yasalar ile aralarında Uygurların da bulunduğu çeşitli etnik yapılara mahsus ‘yasalar’ın çerçevesindeki temel farklılaşma, her iki grubun Müslüman olmakla birlikte Çin merkezi yönetimince farklı bir değerlendirmeye tabi tutulmasına neden oluyor. Tabii, ‘etnik temelli’ bu yaklaşım kadar, İslamiyeti algı ve yaşama biçimleri ile tarihsel perspektifin de gözden ırak tutulmaması gerekir.
Çin içerisinde bunlar olurken, diğer azınlık Müslümanlar konusu kadar Uygur meselesinin de bölge ülkelerinde, özellikle de halkının çoğunluğu Müslüman olan ülkeler bağlamında ne denli dikkatle izlendiği ve politikalar geçirilebildiği kuşkulu. Böylesi bir çelişkiye rağmen, zulümle yüz yüze kalan Uygurların göç güzergâhında, örneğin Malezya görece önemli bir rol oynuyor. Bu ülkeye çalışmak veya öğrenim görmek üzere gelen binlerce Uygur’un varlığı olduğu biliniyor. Bunların bir bölümünün hedefi ise önemli Uygur diasporasına ev sahipliği yapan Avustralya, Kanada, ABD ve Türkiye’ye geçebilmek. Bu göçmen akışına rağmen, Malezya ve Endonezya devlet makamlarından Çin nezdinde konuyla ilgili ciddi bir girişimde bulunduklarını söylemek güç. Dönem dönem yaşanan baskılar Uygurları yasal ve yasal olmayan yollardan Malezya’ya göçe zorlarken, bu ülkenin yasalarını henüz tanımamış olması kadar, Çin’le olan çok güçlü ticari ve ekonomik ilişkileri Çin’e karşı bu Müslüman kitleyi temsil edebilme makamına taşıyamıyor. Halkının kahir ekseriyeti Müslüman olan bu ülkelerde halkın tepkisinden gayri bir girişim ve teşebbüsün izine rastlanmıyor. Uygurlara yönelik ağır baskılar gündeme gelmeye başlayınca kimi Müslüman gruplar Çin mallarına boykot gibi bir seçeneği gündeme taşımaya çalışsa da, aslında tüm bölge hükümetlerinin Çin’le olan ekonomik ilişkilerinin boyutu karşısında bunun pek de pratikte bir değeri olmadığı gibi, bir söylem olarak da bir süre sonra etkisini yitiriyor.
Dikkat çekilmesi gereken bir diğer husus ülkedeki azınlıklar meselesidir. Çin’de azınlıklar yasasına bakıldığında, aralarında dini pratiklerin yerine getirilmesi, pasaport edinimi ve dolaşım hakkı gibi kayda değer birtakım hakların kağıt üzerinde de olsa verildiği görülür. Kaldı ki, Uygurların yaşadığı coğrafyanın “Sincan bölgesi özerk yönetimi” olarak adlandırılması hiç kuşkusuz ki etnik yapıya kimi hakların/ayrıcalıkların verildiğini akla getirir. Ancak uygulamada, merkezi hükümet ve bunun çevredeki özellikle de bürokrasideki uzantıları Uygurlara bu haklarını bahşetmeye bir türlü yanaşmaması ortada bir yasal/kurallar bütünün pratikte bir karşılık bulmak bir yana, yerini bir tür korsan yönetime bıraktığına dair ciddi işaretler var. Bunun pratikteki karşılığıysa Batıyla özellikle de ABD ile paylaştığı ender görülen bir ortaklığa işaret eder. Üstüne üstlük ‘eyalet’ yönetiminin çıkardığı yerel yasalarla Uygur halkının gündelik toplumsal yaşamını prangalar altına alma konusunda oldukça da ‘mahir’ davranıyor. Tam da bu noktada, Çin yönetiminin tıpkı Doğu ve Güney Çin Denizi’ndeki Adalar sorununda izlediği tezat içeren politikaların benzerini azınlıklar ve de Uygur sorununda da gündeme geliyor. Resmi çevrelerden ortak çaba sergilenmesi yönündeki çıkışlara karşılık pratikte otorite makamındaki birimler, kural ve işbirliklerinı tanımayacak icraatlara imza atıyorlar. Burada Çin devlet nizamını taşıyan Han etnik çoğunluğunun temsilcisi makamındaki Çin yönetiminin aklının takıldığı nokta, azınlıklara verilecek hakların ülkede başat siyasi otoriteyi sarsacağı endişesi veya korkusudur. Bunun içindir ki, yerel otoritelerin nizamat verdiği eyalet kanunları, merkezi hükümet anayasası ile çelişse de, yerel ve merkez yönetim aynı hedefte, yani Çin komünist siyasi sisteminin devamlılığını tesisde birleşiyor. Tüm bu temeller çerçevesinde, 1990’larda bağımsızlık veya gerçek bir otonom yönünde çaba mücadele veren Uygurların, 2000’li yılların başından bu yana Çin yönetiminin dönemin “terörizmle savaş” ve küresel İslamifobi yönelimini çok iyi manipüle ederek Uygur hareketini uluslararası arenaya ‘terörist’ bir oluşum olarak göstermeye çalışırken, bunda da kayda değer bir başarı kaydettiği görülür.
Uygur gibi uzun bir geçmişe uzanan siyasi, toplumsal ve dini yapısının bugünlerde neyi talep ettiği arasında bir ilişki kurulması zorunludur. Din-gelenek bağlılığındaki güce karşılık, kimi kendileriyle görüştüğüm kimi uzmanların dile getirdiği üzere Uygurlar arasında ciddi bir siyasi birlikten bahsedebilmek mümkün değil. Bu parçalanmışlık halinin var olan mücadele ruhuna içerden zarar verdiği de ileri sürülebilir. Siyasi mücadele ruhunun devamı ile mevcut baskılar karşısında gündelik yaşam seçenekleri arasında kalan kitleler ise mevcut imkanlarla var olabilmenin hesabını yapıyor. Uygurlar için bölgedeki Çin yatırımlarından ve de ekonomik kazanımdan istifade edebilmenin yolu ne ise, ona doğru açılan bir kulvar da mevcut. Bu fotoğrafı birazda şekillendirme adına Sincan bölgesinde Uygurların üç genel tabakaya ayrıldığını söyleyebiliriz: İlki Çin komünist partisine eklemlenerek ekonomik varsıllıktan pay alan elit; geçmişten tevarüs eden birikimleri bugünlere taşıyan mücadeleci gruplar ve bu iki grup ile Çin yönetimi arasında sıkışıp kalmış geniş kesimler.
Çin yönetiminin Uygur bölgesindeki toplumsal huzursuzluğu gidermeye yönelik adım atmasına mani olan geçmişten tevarüs ettiği ideolojiktakıntılarının büyük rolü var. Bu takıntılarının üstesinden gelme yönünde bir gayret sergilemesi bir yana, bölgedeki mevcut durumu manipüle etme konusunda ABD’yle aynı safta yer almasını sağlayacak şekilde, örneğin el-kaide olgusuna bağlanması küresel bir güç olma mahiyetindeki devlet ciddiyetiyle bağdaşacak bir durum olarak da gözükmüyor. Çin’in 1980’lerde başlayan liberalleşme açılımları, siyasal ideolojisini ayrıştırarak bir gelişme gösterirken, bu çaba Batılı kapilatist güçlerce alkışlanacak bir gelişme olarak kabullenildi. Piyasa açılımının ardından siyasi özgürlükleri getireceği söylemi ise bugüne kadar Çin özelinde karşılığını bulmuş değil. Tam da bu noktada, 1990’larda Çin Komünist Partisi Genel Sekreterliği’ne getirilen Wang Lequan özellikle Sincan bölgesinde uygulamaya koyduğu sıkıyönetim yasalarıyla bir anlamda, gelişmekte olan liberal ekonominin siyasi açılımının önünü alma konusunda ‘önleyici tedbiri’ yürürlüğe koydu. Merkezin Sincan Eyaleti’ne dair bilinci siyasi tercihleri ve uygulamaları kadar, bu bölgenin Çin’in Batı sınırında oluşun, kimi benzeri ülkelerde olduğu gibi benzeri sınır sorunları, suistimaller, hukuksuzluk eyalet yönetimi çevrelerinin çıkar ilişkilerinde egemen olduğunu da hesaba katmak gerekir.
Çin hükümeti, 1980’lerde başlayan ekonomik kalkınmasına paralel olarak Sincan bölgesine önemli yatırımlar yaparak ‘ayrımcılık’ yapmadığını iddia etse de, bu politika Uygur halkı nezdinde bütünüyle kabule şayan bir gelişme olarak değerlendirilmemektedir. Kaldı ki, bölgenin kalkınma politikalarından azami ölçüde istifade etmesine paralel olarak son dönemde bölgenin demografik ve kültürel yapısını değiştirmeye matuf bir tür zorunlu iç göç de yaşanıyor. Bu göçün ne anlama geldiğini ortaya koyma adına bazı istatistiki verilere dikkat çekmekte fayda var. Bir Uygur lideriyle yaptığım mülâkatta aktardığında göre, Sincan bölgesinde 1949 yılında Han göçmen nüfusu %3.5-4’ler civarındayken, bugün bu sayı %50’lere ulaşmış durumda. Bu lider, göçün sadece tek taraflı olmadığını, Çin yönetiminin Uygur gençlerini ülkenin başka bölgelerine gitmeye zorlayarak Uygur nüfusunu ciddi anlamda kırmakta ve kültürel dezorfarmasyona tabi tutmakta. Bu bağlamda, Sincan bölgesine yapılan tüm kalkınmacı yatırımların beraberinde getirdiği iş gücü istihdamına sıra geldiğinde şirketlerin belirlediği şartların başında ‘Han etnik yapısına mensubiyet’ dikkat çekiyor. Bu durumda, Çin yönetimi, defaatla, bölgenin kalkınmasına vurgu yapsa da, uygulamada karşılaşılan bu durum, Uygurlara azınlık bölgesinde yaşamaları dolayısıyla verilen bir takım hakların bir başka bağlamda ellerinden alınmasından başka bir anlama oturmuyor.
Sincan bölgesinde Uygurlar var olduğu müddetçe müdacele süreceği kesin. Ancak bu mücadelenin hangi boyuta evrileceğine ise Uygurların kendileri karar verecek. Güçlü bir liderlik etrafında mümkün olduğunca hakları elde etmeleri mümkünse de, bu mücadelenin bağımsızlık şeklinde vuku bulması mümkün gözükmüyor. Mümkün gözükmüyor çünkü, Çin devleti nezdinde Sincan’ın ayrılması demek ardından Tibet’in, zaten istim üstündeki Tayvan’ın da elden gitmesi içten bile değil. Özerk adı verilen bu coğrafyaların Çin teritorisindeki büyüklüğü dikkate alındığında, Çin yönetiminin bu tehlikeli gidişe imkan tanımayacağı kesin. Ancak Çin, azınlıklar konusunda çatışmacı yaklaşımı da daha ne kadar sürdürüp sürdürmeyeceğine karar vermelidir.