Mehmet Özay                                                                                                            28.02.2023

Darbe’nin yıldönümü bize, sadece belirli bir tarihe yani 28 Şubat 1996’ya denk düşen bir anı hatırlatmıyor. Aksine, darbeler sürecinin modern Türkiye Cumhuriyeti’nde aldığı yönelim konusunda bize genel bir fikir veriyor.

Her ne kadar, söz konusu darbenin bireylerin ve toplumsal grupların yapıp ettikleri üzerinden değerlendirilmesinde hakkılık payı aranabileceği gibi, bu yaklaşım bir anlamda önemli bir eksikliği de içinde barındırdığını vurgulamak gerekiyor.

Anlam ve hedef

Bu noktada, 28 Şubat’ın hedefinin sadece belirli bir kitle ile sınırlı olduğunu söylemek mümkün değil(di). Bunun ötesinde, hedefinde bir anlam dünyası ve düşünce yapısını kuşatan bir boyuta sahip(ti)…

Türkiye Cumhuriyeti sınırları ve toplumu ile sınırlı olduğu varsayılan bu tarihsel vak’anın, yukarıda dikkat çekilen derinlikli bağlamı dikkate alındığında, farklı açılımlarıyla İslam’a yönelik bir tutum ve tavra yöneldiğini gösteriyor.

Bu yazıyı kaleme almama sebep, sürekli masamın üzerinde duran, “Dutch Colonialism and Indonesian Islam: Contacts and Conflicts 1596-1960” adlı çalışma veya bu eserin ilgili sayfa olduğunu söylemeliyim.[1]

Alanında otorite kabul edilen Karel Steenbrink’in editörlüğünü yaptığı eser, Takımadalar’da Hollanda sömürgeciliğinin seküler boyutunun dışında, dini boyutuna dikkat çekmesiyle önem taşıyor.

Darbe ve misyonerlik tutumu

Bu eserin ilgili bölümlerinin Türkiye’deki darbeyle ilintisi ise bir anlam dünyasına, düşünce yapısına ve bunun ürettiği toplumsal yapılara ve gerçekliğe karşı girişilen teşebbüslerin fiziki anlamda olmasa da, niyet bağlamında benzerliğinde ortaya çıkıyor.

Hollanda merkezli misyoner grupların Takımadalar’da varlıklarının erken dönemlerden itibaren varlığı bilinmekle birlikte, özellikle 19. yüzyıl ortalarından itibaren, giderek ivme kazanan bir yönelim sergilemiştir.

Batı Avrupa toplumsal yapısı içerisinde birbirine rakip/düşman kabul edilen Katolik ve Protestan grupların, Takımadalar sömürge topraklarında yaşayan kahir ekseriyeti, Müslüman olan toplumlara yönelik misyonerlik faaliyetlerinde birbirine benzerlikler taşıyan yöntemler takip etmeleriyle önem taşırlar.

Bu noktada, misyonerlerin hedeflerine sadece, Müslüman toplumları almadıklarını ve bunun ötesinde, bazı bölgelerde Müslümanlara erişimlerinin hem kendi politikaları hem de sömürge idaresinin politakaları gereğince yasaklanması söz konusu olduğunu da söylemek gerekir.

Bir tehdit unsuru olarak İslam

Temel yaklaşım itibarıyla söz konusu her iki grubun, Müslüman toplumu değiştirme ve dönüştürme hedefini öncellemeleri konusu başat bir unsur olarak dikkat çekiyor.

Hıristiyanlığın, Avrupa koşullarında gerileme eğilimi gösterdiği bir dönemde, her iki ana kilisenin hedeflerine Takımadalar Müslüman toplumlarını almaları gayet ilginçtir.

Söz konusu bu iki yapı nokta-i nazarında, Müslüman toplum veya Steenbrink’in ifadesiyle söylemek gerekirse “İslam” “tehdit içeren bir muhalif”tir.

Katolik ve Protestan misyoner grupları, bu yaklaşımaları ile bir yandan seküler sömürge yönetiminin hedefleriyle buluşurken, bu yönetimin işini kolaylaştıracak birer ‘yumuşak güç’ (soft power) olarak işlev yerine getirme çabası içerisinde olmuşlardır.

Her ne kadar, sömürge idaresi ile misyoner gruplarının, zaman zaman aralarında yaşanan çatışmalar söz konusu olsa da, bu iç çatışmanın (internal conflict) gizli/açık temel hedefler noktasında birlikteliklerinin önünde bir mani olduğunu söylemek mümkün değil.

Misyoner grupları nasıl bir politika izlemiştir?

Bu soru önemlidir… Ve bunun izini sürmek, eldeki mevcut arşiv belgeleriyle gayet mümkündür.

Steenbrink da aslında, böyle bir yöntem takip ederek toplumsal gerçeklik noktasında misyonerlerin Müslüman topluma dair politikalarını ortaya koyuyor.

Bu politikaların başında Müslüman toplumu doğrudan karşısına almamak ilkesi geliyor. Aslında bu politikanın öyle kendinden oluştuğunu söylemek mümkün değil.

Aslında bunun ardında, uzun bir geçmişte Portekizlilerin bölgede ortaya koydukları doğrudan çatışmacı yaklaşımdan alınan dersler bulunuyor… Tabii, Katolik Portekizlilerin bölgede uyguladıkları İslam politikası bir başka yazının konusu.

19. yüzyıl ikinci yarısından itibaren misyoner gruplarının faaliyetlerinde yaklaşım temelde İslam inancını ve bu inancın Müslüman toplumda karşılığı olan kurumsal yapılar, ritüeller vb. unsurlar üzerinden bir engelleyiciliğin ortaya konulması olduğu görülüyor.

İslam’ın toplumsal varlığı ve Müslümanlar

Öyle ki, karşısına ‘düşman/rakip’ tavrı geliştirilmeyen Müslüman toplumu, bu inancın temel parametrelerinden uzaklaştıracak tutum ve faaliyetlerin gerçekleştirilmesi hedeflenmiştir.

Steenbrink’in ifadesiyle bu süreçte, “halk dini, folklorik gelenekler”in aynı sıra, bölgede İslam’ın yayılmasında temel araç kabul edilen, ‘Malay’ (Melayu) dilinin yerine “yerel etnik dillerin” öne çıkartılmasıdır. Buna ilâve olarak, “sağlık ve eğitim kurumlarının modernleştirilmesi”dir.

Engelleyici politikalar, eğitim alanında karşılaşıldığı haliyle sadece kültürel alanla sınırlı değildir.

Aksine, Müslüman toplumun biyolojik ve sosyal varlığının devamlılığını sağlayan alanlardan biri olan ekonomi ile Müslüman topluma -irili ufaklı boyutlarıyla- kurumsal hususiyet kazandıran siyasal sistemin hedef olarak seçildiği görülüyor.

Steenbrink, çeşitli versiyonlarıyla misyoner grupların İslam politikaları noktasında birleştiren yaklaşımı önde gelen misyoner temsilcilerinden Van  Randwijck’e atıfla “İslam’ı engellemek” (it skirted Islam) tabirini kullanıyor.  

Türkiye’de 1996 yılında gerçekleştirilen darbenin mağdur edilen kesimleri kadar, belki de bundan daha çok bu mağdurların bağlı bulunduğu düşünce sistemi yani İslam’a yönelik temel bir operasyonel boyutu olduğu görülüyor.

Diyelim ki, toplumsal bir vakıa olarak herhangi bir sebebe binaen suçlu aranması ile ve de ilgili suçlunun cezalandırılmasının ötesinde, karşımızda çok daha yapısal bir tutumun varlığı bulunuyor.

Bu durum, bize Türkiye Cumhuriyeti’nin ve bu ulus-devlet sınırları içinde yaşayan kahir ekseriyetinin gerek düşünce, gerek fiili, gerekse her iki bağlamda ya da zamanı ve işlevine ihtiyaç duyulduğunda neredeyse -kendini gizli/açık, bilinçli veya bilinçsiz seküler olarak tanımlayan çevreler dahil- her ferdinin kendini bağlı hissettiği bir dini düşünce ve eylemler dizisine yönelik bir teşebbüs ile karşı karşıyayız.

Darbe özelinde olan biteni çeşitli boyutlarıyla ele aldığımızda, bu tarihsel gerçekliğin sadece, fiziki ve manevi bağlamıyla Türkiye Cumhuriyeti sınırları ile kısıtlandırılamayacak bir boyuta tekabül ettiği aşikârdır. Yukarıda dikkat çekilen karşılaştırmalı yaklaşım, hem darbeyi gerçekleştiren kurum ile darbeye maruz kalan toplumsal kesimler hem de genel itibarıyla tüm Türkiye toplumunun olan biteni daha sağlıklı bir şekilde değerlendirmesine imkân tanıdığını söyleyebiliriz.


[1] Karel Steenbrink. (1993). “Dutch Colonialism and Indonesian Islam: Contacts and Conflicts 1596-1960”, (Tr.: Jan Steenbrink and Henry Jansen), Amsterdam: Rodopi, s. 98, 99.

LEAVE A REPLY