Mehmet Özay                                                                                                   26.12.2016

Bir Açe tsunami yıldönümü daha. 26 Aralık 2004 tarihinde gerçekleşen 9.1 şiddetindeki depremin ardından meydana gelen tsunaminin bu yıl 12. yıldönümü. Her yıl olduğu üzere geleneği bozmayarak bu yıl da tsunami sonrasında Açe’de olan bitene dair bazı görüşleri paylaşmaya devam ediyoruz.

Bu yıl tsunami, yaklaşık bir ay önce Kuzey Açe’de gerçekleşen depremin etkisiyle, sanki bir ‘hatırlatmaymışcasına’ farklı bir atmosferde anıldığını söylemek mümkün. Kuzay Açe’deki depremin 6.5 gibi bölge için görece ortalama kabul edilebilecek şiddette olmasına rağmen, ölü sayısının yüzü geçmesi, yaralı sayısının yüzlerle ifade edilmesi kadar, sayısı 85.000’e varan kişinin evsiz kalması, başta Açe’de  ve genel itibarıyla da Endonezya’da doğal afetlerle mücadele konusunda zaafiyetlerin yine gözler önüne serilmesine neden oldu. Tsunami gibi bir felâketi yaşamış bir toplumun ve bu tür doğal felâketlerle mücadele konusunda hem maddi hem manevi anlamda ulusal ve uluslararası kurumların önemli desteğini almış Açe yönetiminin, üniversitelerinin ve genel itibarıyla toplumunun Kuzey Açe’deki depremin yaralarını sarma konusunda daha sağlıklı bir çaba sergilemiş olması beklenirdi.

Depremin zararının neredeyse ikinci gün ortaya çıkmasının nedenleri üzerinde durulmalı. Bir tarım bölgesi olması hasebiyle iki veya istisnai bir şekilde üç katlı binalar dışında yapılaşmanın olmaması; kır toplumu özelliği sergilemesi nedeniyle geniş aile ile akrabalık ilişkilerinin yaygınlığı; hem Eyalet başkenti Banda Açe hem de komşu Kuzey Sumatra Eyaleti başkenti ve Endonezya’nın tüm imkanlarıyla en büyük şehirlerinden Medan’a görece yakınlığı gibi hususiyetlere rağmen, deprem sonrası ilk yardım kurtarma süreci ile akabinde halkın mağduriyetinin giderilebilmesine yönelik çabalardaki zaafiyet öyle anlaşılıyor ki, tsunami tecrübesi bu toplum içerisinde karşılığını ortaya koyabilmiş değil.

Tsunamiden bu yana on iki yıl geçmesine rağmen, yukarıda bahsi geçen deprem sonrası gelişmeler bile, Açe Eyalet yönetimi ve ilgili birimlerinin Açe toplumunu kuşatacak politikalar sergilemekten uzak olduğunu ortaya koyuyor. Bu durum, sadece tsunami değil, bu doğal afetin öncesinde savaş ortamını tecrübe etmiş bir toplumda her türünde sorunları ele alış biçimi, çözümler üretme ve pratiğe geçirme konusunda sürdürülebilir bir yaklaşımın sergilenemediğini ortaya koyuyor.

Daha önceki yazılarımızda da dile getirdiğimiz üzere, bir laboratuar olma özelliği taşıyan Açe’de, ‘resmi yapıyı’ temsil eden kurumlar, üniversiteler kadar, sivil toplum çevrelerinin de kanıksanmışlık halet-i ruhiyesine büründükleri gözlemleniyor. Kısır çıkar hesapları, günü kurtarma yönünde pozisyon alma çabaları, bu toplumun uzun yıllar ‘birileriyle’ olan savaşını geçen on yılı aşkın sürede ‘kendi içine’ çevirdiğine ve içinde bir ‘mücadeleye’ konu olduğuna işaret ediyor. Ve Açeliler bu süreçte, uzun süre verdikleri ‘mücadele’nin bir bölümünü de teşkil edeceği varsayılan yapısal değişiklikleri reddederek, karşısında mücadele verdikleri üst yapı, yani merkezi yönetimin ve bu yönetim çarkının ilişkiler ağının bir manivelası haline gelme gibi bir tehlike ile karşı karşıyalar.

İş sadece bununla sınırlı olsa, belki toplumun başka kesimleri süreç içerisinde sağlıklı yol bulmada bir alternatif olarak ortaya çıkabilir görüşü ileri sürülebilecek. Ancak merkezi oluşturan kurumsal yapılar Açe Eyaleti’nde yönetim üzerinde belirleyici olma edimlerini çeşitli araçlarla ortaya koyuyor. Bu bağlamda, 2017 yılı Şubat ayında yapılacak yerel seçimlerde sadece Açe Eyaleti’ne verilen bir hak olan ‘yerel partilerin varlığına’ şu veya bu şekilde merkezde konuşlanan ulusal partilerin ‘nüfuzu’ söz konusuyken, Eyalet’te faaliyet gösteren ‘devlet kurumlarının’ işlerliği ve bu kurumların ‘yönetim süreçleri’ birer manipülatif araçlar zincirinin halkaları olarak işlev görüyor. Ya da tam tersi bir yaklaşımla, Açe siyasi eliti uzak ve yakın siyasi tarihinden dersler çıkartmak ve yeni bir model geliştirmek yerine, merkezin çıkar ilişkileriyle örülü ağında, kendisine sunulan alandan olabildiğince istifade etmeyi kendini kısa bir çözüm yolu olarak görüyor.

Öte yandan, merkezde teşekkül eden toplumsal ilişkiler ağı da, Açe’de geniş halk kesimlerini içine alacak bir yapılaşmayı sergiliyor. Bu noktada, Açe halkı kendi değerlerini öğrenme, yeniden üretme süreçlerini hayata geçirmek yerine, bundan bi-haber olduğu izlenimi vererek, eğitim kurumlarından medya organlarına çeşitli vasıtalarla merkezde üretilen kışkırtıcı modern yaşam unsurlarını kendince sahiplenme yolunda ilerliyor.

Tsunami öncesinin savaş ortamında birincil ihtiyaç olarak hayatta kalma ve biyolojik varlığını devam ettirme ile sınırlı bir yaşam süren Açeliler, tsunamiden sonra doğan potansiyeller içinde tarih ve siyasal bilinç, entellektüel donanım, dini-kültürel yeniden üretim, ekonomik kalkınmada alternatif araçları oluşturma gibi süreçler üzerinde pek de kafa yormadan, emek harcamadan, enerji sarf etmeden kısa yoldan dünyeviliğin ardına takılma eğilimi sergiliyor. Savaş ortamının topluma biyolojik varlığını sürdürme dışında bir olanak tanımazken, toplumsal değişimi engelleyen bir kapalılık da üreterek adına ‘değerler’ denilen bütünün bir şekilde ‘dondurularak’ da olsa yarına aktarılmasını sağlıyordu. Ancak son on iki yıl örneğinde olduğu gibi, dışa açılma süreçlerinin sonuna kadar teneffüs edildiği bir ortamda Açeliler ‘sosyo-dini ve kültürel’ alanlardan ‘ideallere’ kadar geniş bir yelpazede varlıklarını oluşturan yapıları farkında olarak veya olmayarak yok sayma, bunları kaybetme süreciyle karşı karşıyalar.

Bu nedenle, tsunami bir doğal afet, ‘Yüce’den gelen bir uyarı olarak algılandığı ve yorumlandığı gibi, aynı zamanda 15 Ağustos 2015’de imzalanan Helsinki Barış Anlaşması gibi siyasal ve toplumsal değişimin önünü açan sürecin de başlatıcısı olma gibi bir özelliğiyle birlikte değerlendirilmeyi hak ediyor.

LEAVE A REPLY