Tsunaminin 11. yılı. Tıpkı on yıl olduğu gibi bu yıl da tsunamiyi anmak ve neden olduğu kimi gelişmeleri değişik perspektiflerden irdeleme zamanı. 26 Aralık 2004 tarihindeki bu ‘doğal’ afetin bugüne bıraktığı iz nedir diye sormak gerekir?

Birkaç hafta öncesinden Banda Açe’nin değişik bölgelerindeki ‘billboard’larda Vali Dr. Zeyni Abdullah ve yardımcısı Muzakkir Manaf’ı yan yana gösteren fotoğraf ile tsunami anma programının ilanları süslüyordu. Bir süredir Başkan ve Yardımcısı arasındaki krizden haberdardım. Bu fotoğrafı görünce, ‘Tamam. İşler yoluna girmiş” dedim kendi kendime. Ve 25 Aralık günü akşamı ilk programın yapılacağı, sadece Açe’nin değil, Güneydoğu Asya’nın mimarisi kadar iç atmosferiyle de ünlü camisi Beytürrahman’a gittim. Kalabalık olacağı düşüncesiyle Yatsı namazı öncesi biraz da erken giderek ‘yer kapmak’ istedim. Camiye girdiğimde birkaç saf cemaatin varlığıyla irkildim. “Neyse, birazdan dolar herhalde” diyerek uygun bir yere çekildim. Ancak ne gelen ne giden vardı. Kaldı ki, ortada vali de yardımcısı da gözükmüyordu. Yatsı namazının ardından Kur’an-ı Kerim tilavetinin ardından Valinin gelmeyeceğini kesin bir şekilde ortaya koyan bir anons yapıldı. Vali adına konuşmayı ‘sekreterlerinden’ biri yapacaktı.

Valinin böylesi bir anma töreni için Beytürrahman’a gelmemesi, Açe’nin bu en önemli tarihi ve de acılı gününde yardımcısıyla birlik ruhunu yansıtacak bir görüntü çizmemesine üzülmemek mümkün değil. Aslında bu yaşadığım hayal kırıklığı 11. Yılında tsunamiden geri kalanın ne olduğunu daha iyi sorgulamamı sağlayacak bir sürece de neden oldu. Zaten bu sorgulamayı her yıl yapıyordum. Ancak bu yılki biraz da farklı bir boyut kazandı.

‘Hatip’ konumundaki vali sekreteri bu yılki anma etkinliklerinin uluslararası boyutu olmadığına dikkat çekiyordu Vali adına yaptığı konuşmada. Demek ki Açeliler bu yıl hüzünlerini içlerinde ve kendilerinde saklayacaklardı. Ancak ortada ‘lider’ konumunda olan Vali’den ve de yardımcısından eser yoktu. Normal vakit namazların da dahi daha çok cemaate ev sahipliği yapan Beytürrahman Camii’nde 25 Aralık günü “Açe”ye ve “Açelilere” üzülecek kitle dahi yoktu.

Vali sekreteri, hiçbir hissiyata yer vermeyen, eline tutuşturulmuş metni okuyup bitirmesinin ardından, Fauzi Saleh adında bir ‘üstad’, tsunami ‘doğal’ felaketinden hikmet çıkartılması vurgusunu işleyen bir hutbe irad etti. “Tsunaminin bir rahmet vesilesi” olduğu ve “hikmetleri üzerinde düşünülmesi gerektiği” konusu üzerinde durdu. Bu ‘vaaz-ı şerifin’ biraz da Açe Valilik Tsunami Politikası diye adlandırabileceğim bir versiyonu olarak gündeme geldiğini düşünüyorum.

Bu anlamda, tsunami anma toplantılarının üzüntü ve kasvetten kurtarılarak hikmeti öncelleyen yeni bir duruşun ortaya konulması öngörülüyor. Bunun hiç kuşku yok ki, siyasi bir terennümle ortaya konmaya çalışıldığına da tanık olduğumu söyleyebilirim. Buna aşağıda değineceğim…

Ancak burada es geçilmemesi gereken husus, girişte dikkat çektiğim billboardlardaki fotoğraf boyutunda yansıyan sembolik birlikteliğin pratiğe geçirilememiş olmasıydı. Vali ve yardımcısı sadece Beytürrahman’daki etkinliğe değil, Ulee Lhee toplu mezarı ve akabinde resmi etkinlik olarak lanse edilen Lhoknga’daki Lampuuk Köyü’ndeki Baiturrahim Camii’ndeki buluşmada da biraraya gelmedi.

Tsunami felaketinden ‘hikmet’ çıkartılmasını öne süren hatip ile, Açe siyasi yaşamının en üst mevkini işgal eden iki kişinin ‘ayrışması’nı nasıl biraraya getirip anlamlandırmak mümkün olabilir? Dini-bütün kabul edilen Açe toplumunun liderlerinin de bu ‘dini-bütünlük’ boyutundaki hikmeti aramaları ve bunu halklarıyla paylaşmaları gerekmez miydi? Ya da 26 Aralık 2004’de coğrafi olarak birbirlerinden uzak olsalar da, o dönem Açe sürgün hükümetinin Dış İşleri Bakanı sıfatını taşıyan Dr. Zeyni Abdullah ile Açe ordusunun en üst düzey komutanı sıfatını taşıyan Muzakkir Manaf’ı birleştiren siyasi, dini, toplumsal vs. bağların yerini bugün hangi bağın aldığını sormak gerekmez mi?

26 Aralık sabahı erken saatlerde Ulee Lhee’deki toplum mezarda yapılacağı belirtilen törene katılmak için sabah namazının ardından bölgeye ulaştım. Etkinliğin saat yedide başlayacağı belirtilirken, Vali ve ‘etrafındakiler’ ancak 8.15 civarında mezarlığa teşrif ettiler. Ancak burada da bir tuhaflık gözlerden kaçmıyordu. O da ne hemen yanı başındaki konutlarda yaşayan aileler kalkıp mezarlıktaki törene katılmak, ne de bölgeye en yakın ilçelerdeki halkın buraya gelip Açeli ve Müslüman halkın yattığı bu toplum mezarda bir dua etmek gereği duyuyorlardı. Mezarlığın hemen yanı başında kapısı önünde oturan kadın, mezarlıkta ‘avare’ dolaşan birinin ‘dilencilik’ yapması Açe’de tsunaminin sadece ‘canları’ almadığını derinden ortaya koyuyordu. Öyle ki, başkent Banda Açe’ye 8 km mesafedeki, bir zamanlar bölgenin en önemli limanı olma özelliği taşıyan bugün de kısmen bu özelliğini feribot limanı olarak sürdüren Ulee Lhee tsunamide yok olan semtlerin başında geliyordu. Tsunami sonrasının yeniden yapılandırma sürecinde arkada kalan ailelerden kim varsa onlar yeni konutlarına yerleşirken, aynı zamanda bölgenin ticari ve ekonomik etkinliğinden pay almak için gelen ‘dışarlıklılara da” ev sahipliği yapıyor. Ancak aradan geçen süre geride kalanları ‘kaybettiklerine’ yabancılaştırdığı gibi, dışarlıklıkarı da Açelilerin kaybettiklerine yönelik bir hissiyat geliştirmemişti. Mezarlıkta beklerken, ana caddeden geçen kimisi öğrenci minibüsü kimisi belediye taşıtlarıyla insanların taşındığını gördüm. “Sabah sabah sahile eğlenceye gitmiyorlardır” diye içimden geçirdim. Ancak nereye gittiklerini de kestiremedim…

Buradan resmi olarak ifade edilen törenin yapılacağı Lhoknga’daki Lampuuk Köyü’ne gittim. Ulee Lhee, Lampuuk Köyü arası yaklaşık yedi sekiz kilometre var. Artık adı, tsunamiden ziyade bir süre önce yapılmış olan ‘golf sahası’ ve hafta sonu dolup taşan kumsalıyla anılan Lhoknga’da “bugün denize girmek yasaktı”. Köyün o dönem neredeyse tüm dünya medyasına yansıyan camiine, ki köydeki tüm binaların ardından tek kalan yapıydı, ulaşan yolun sonuna geldiğimde asker ve polislerin varlığı dikkat çekiyordu. Cami avlusuna gerilen bir tür çadır altında yüzlerce kişiyi gördüğümde açıkçası şaşırdım. Çünkü bu köyde bu kadar insanın biraraya gelmesi mümkün değildi. Az ötede park etmiş otobüslerin, Ulee Lhee’de ana caddeden geçen otobüsler olduğunu fark ettiğimde, kalabalığın başka ilçelerden getirilen öğrenciler ve aileler olduğu sonucuna vardım.

Vali Dr. Zeyni Abdullah, burada bir konuşma irad ederek, tsunaminin ders alınacak yönlerine dikkat çekti. Vali, tsunami gibi bölgenin her daim sel, fırtına, toprak kayması gibi her daim maruz kaldığı doğal afetlerle mücadelede Eyalet’teki tüm resmi kurumların koordineli çalışmalar içinde olmalarına dikkat çekiyordu. Ancak bu konuşmayı izleyen ne Belediye başkanları, ne Eyalet ordusunun komutanları, ne bürokrasinin önde gelen isimleri Vali ile yardımcısı arasındaki koordinesizliğe tanık olup kendi aralarında Açe halkını ve topraklarını doğal afetlere karşı koruyabilecek bir bilinç bir eylem birliği geliştirebileceklerini düşünmek de hayal…

Vali, tsunami hikmetlerinden biri olsa gerek, bölgenin ekonomisine dair bazı değinilerde de bulunuyordu: “Açe ekonomisi iyiye gidiyor ve halkın ekonomik sıkıntılarının zamanla daha da düzelecek”. Ancak ne ‘hikmetse’ on yıldır halkın değişik katmanlarıyla neredeyse içiçe olan biri olarak bu ekonomik kalkınmayı bir türlü ne duyabildim ne de tanık olabildim. Ancak bu Açe’ye ‘para akmıyor’ anlamına gelmiyor. Paranın akışı ile nasıl aktığı kadar, bu para akışını yönlendiren çevrelerin nasıl bir ‘fikir birliği’ içinde oldukları ve bu süreçte geniş kitlelerin refahına yol açacak ‘adil’, ‘sürdürülebilir’ bir çaba sergileyip sergilemedikleri de üzerinde çok konuşulmayı hak ediyor.

Vayi konuşmasında, Açe yönetimi olarak yabancı yatırımcıları teşvik edecek çalışmalara devam ettiklerini belirterek, “Tsunamiden sonra aradan geçen süre zarfında yeniden rehabilitasyon süreci tamamlandı ve silahlı çatışma dönemi de bitti. Şu anda yabancı yatırımlar için oldukça uygun bir ortam bulunuyor” diyordu. Ancak rehabilitasyon süreci ilk dört yılda tamamlanırken, onun ardından sürdürülebilir bir rehabilitasyon olmadığını ortaya koyacak şekilde Eyalet’in dört bir yanında terk edilmiş, yarım bırakılmış, kırık dökük binalar, çukurların giderek arttığı ana yollar, hendekler haline dönüşmüş köprüler vb. alt yapı sorunları gündeme getirilmiyor. Aradan geçen on yıla rağmen, Açe’ye akan milyarlarca Dolara rağmen, Açe’de bırakın ücra köşeleri başkent Banda Açe’de dahi elektrik kesintisi, başkentin ana mahallelerinde çeşme suyu eksikliği, başkentin ana arterlerini saran kanalizasyon sorunu, sadece Açe’nin değil, bölge tarihinde önemli bir yeri olan tarihi Kampung Jawa semtini çöp toplama merkezi yapan bir anlayış ve pratik karşısında bırakın yabancı yatırımcının Açe’ye gelmesini, biraz eğitim görüp yolu Kuala Lumpur’a, Cakarta’ya düşen genç Açeliler soluğu Açe’den kaçmakta buluyor.

Yabancı yatırımcıyı cezbetmeyecek belki de en önemli sorunlardan biri de ‘yolsuzlukların’ alıp başını gidiyor oluşu. Ulusal çapta yayın yapan haftalık Tempo dergisinin 21-27 Aralık sayısının 36-37. Sayfalarında Açe’de şeriat uygulamasının bir pratiği olarak halk önünde kamçı cezasının niçin ‘yolsuzluklara karışmış yöneticiler, elit’ için uygulanmadığına değiniyordu. Açe Eyalet Parlamentosu’nda bir vekilin sadece başını örtmediği için, veya erkek/kız arkadaşıyla birarada olduğu için suçlanan ve akabinde halk önünde kırbaçlanan sıradan kişilerin değil, Eyaletin ve halkın paralarını gaspeden yöneticilerin, bürokratların da benzer bir ‘İslam Hukuku’ pratiğine konu olmaları konusunda verdiği yasa önerisinin reddedildiğine dikkat çekiliyordu. Öyle ki, Endonezya devleti küresel alanda yolsuzluklarla anılan ülkelerin başında gelirken, Açe Eyaleti de maalesif bu ülke içerisinde adı yolsuzluklarla anılan eyaletlerin başında geliyor. Tempo bu konuda bir de istatistiki bilgi veriyor. 2012 yılında Açe Eyaleti, tespit edilen 100 yolsuzluk vak’asıyla Endonezya Cumhuriyeti içerisinde en çok yolsuzluğun olduğu eyalet olmuş. 2013 yılında bu sayı biraz düşmüş. 2014’de ise yeniden yükselmiş.

Sürekli olarak Mekke Kapısı (Serambi Mekkah) unvanıyla andığımız Açe’de tsunamiden ve ardından gelen Helsinki Barış Anlaşması’ndan sonra ortaya bir tuhaf toplum ve bir tuhaf yönetim çıktığını söylemek gerekir. Bundan sadece Açelilerin değil, Açe’deki gelişmeleri kendi çıkarlarına kullanma adına çaba sergilemiş olan yerli ve yabancı unsurların da payı olduğunu unutmamak gerekir. Belki de yolsuzluğu sadece Açe bürokrasisinde değil, uluslararası çevrelerin de katkıda bulunduğu bir süreç olarak algılamak ve tedbirleri de buna göre almak gerekir.

 

Tsaminin 11. yıl dönümünü üzüntü ve kederle değil, bu ‘doğal’ afetin ‘hikmetleri’ üzerinde düşünülerek geçirilmesinde fayda var.

LEAVE A REPLY