Mehmet Özay 23.01.2017
ABD’de Donald Trump’lı dönemin başlamasıyla Asya-Pasifik ülkelerinde hükümetler yeni dönemdeki tüm süprizlere hazırlıklı oldukları yönlü açıklamalarıyla ilk tepkileri vermeye başladılar. Bu tepkiler, bölge ülkelerinin içinde bulundukları siyasi, sosyal ve ekonomik koşullara göre çeşitlilik arz ediyor. ABD’deki yönetim değişikliğiyle birlikte gündeme gelecek yeni politikalar bazı ülkelerde sadece siyasi alanda öne çıkarken, diğerlerinde birden fazla alanda etkisini göstermeye matuf olduğu gözleniyor. Bu anlamda ABD başkentinden gelecek haberlerin seyrine göre bölge ülkelerinini tepkileri de ekonomik, askeri ve sosyal olarak çeşitli kategorilerde ortaya çıkacağı düşünülebilir.
Çin ve Tayvan ile siyasi, Japonya ve Güney Kore ile askeri ve güvenlik boyutu, bölgedeki on bir ülkeyle ticari ilişkiler noktasında önem arz ediyor. Trump’ın İslamifobia konusundaki duruşunun Asya-Pasifik bölgesinin kayda değer bir bölümünü oluşturan Müslüman Malay dünyasında henüz bir açıklama sadır olmuş değil. ‘Bugüne kadar unutulduğu’ ifade edilen orta sınıf Amerikalıların yeniden güçlü orta sınıf değerleriyle buluşmasını sağlama noktasında ekonomi boyutuyla sıkı sıkıya ilişkili olan alanların dışında İslamifobia gibi dini-kültürel etkenin ne yönde bir gelişme göstereceği ise şimdilik belirsiz.
ABD’de başkanlık devri öncesinde Trump’ın yukarıda zikredilen alanlarla ilgili twitter açıklamalarıyla yürüttüğü bir yaklaşıma tanık olundu. Bu bağlamda hazırlıkların başında ekonomi hayatını yakından ilgilendiren ticari işbirlikleri ve bu bağlamda alınan tedbirleri geliyor. 20 Ocak’taki başkanlık töreninde Trump’ın ABD ile ticarette anlaşmaları ihlâl eden ve Amerikan işçilerinin mağduriyetine neden olan ülkelerle ticari anlaşmalara karşı sıkı önlemler alacağı açıklaması beklenen bir açıklamaydı. Trump’un uzunca bir süredir söylem düzeyinde gündeme getirdiği korumacı politikalarının pratiğe geçirilme aşamasına gelinmesi ve bunun ilk ifadesi olarak 1994 yılında imzalanan Kuzey Amerika serbest ticaret anlaşmasını (NAFTA) gözden geçireceğini açıklaması oldu. Bu hiç kuşku yok ki, taraflara verilen ilk mesaj niteliği taşıyordu.
Değişime dair sözlü açıklamalar, 20 Ocak sonrasında tek tek kurumsal bir nitelik kazanmaya başladı. Bu bağlamda ilk birkaç gün Trump ve ekibinin çalışmaları çeşitli ticari anlaşmalarını gözden geçirme veya tamamıyla anlaşmalardan çekilme şeklinde zuhur etti. Ve Trump, Asya-Pasifik’i birbirine daha da yakınlaştırmakla kalmayacak, küresel ticaretin yüzde 40’ına ulaşan bir boyutuyla küresel ilişkileri de etkileyebilecek Trans Pasifik İşbirliği Anlaşması’ndan (TPPA) çekilme konusunda alınan karara imza attı. Beş yıl gibi görece uzun bir süre tarafların yoğun çalışmaları sonrasında varılan bu ticaret anlaşmasından ABD yönetiminin çekilme kararı alması, bölge ülkeleri nezdinde ticaret ve ekonomi alanlarını ilgilendirecek şekilde salt bir güven kaybına neden olmakla kalmayacaktır. Trump yönetimi, bu açıklamalarıyla 1990’lı yıllarda yapılandırılan ve bugüne kadar uzanan küreselleşme süreci dolayısıyla ABD’li yatırımcıların ucuz iş gücü ve hammedde kaynaklarının bulunduğu coğrafyalara yönelmesinin doğurduğu sonuçları içten içe eleştiriyor.
Amerikan ekonomisinde korumacı politikalara adım attığı anlamı taşıyan yukarıdaki gelişmeler, hiç kuşku yok ki, bölge ekonomilerinin yeni ticari ilişkilerine kapı aralamasını zorunlu kılıyor. ABD yönetiminin özellikle TPPA konusunda aldığı karar, başta anlaşmaya taraf olan ülkeler olmak üzere, neredeyse bölgedeki tüm ülkelerce hissedilirken, dünyanın ikinci büyük ekonomisi olan Çin bu gelişmelerde elde ettiği avantajı pratiğe nasıl dönüştürebileceğinin hesabını yapıyor. Dünyanın iki ekonomi devi ABD ve Çin arasında denge ilişkilerini gütmeleriyle dikkat çeken bölge ülkeleri, Trump yönetiminin Amerikalı işletmelerin önünü açmaya matuf olarak bölge ülkeleri metalarına uygulanacak yüksek vergi sonucu içe kapanma, korumacılık, ABD küçük ve orta ölçekli işletmeleri öncellemesi gibi ekonomi politikaları karşısında hem ikili hem de bölgesel ticaret anlaşmalarını güncelleme kararı alma yönünde inisiyatif geliştireceklerdir. Bu süreçte, pazarlık süreci büyük ölçüde Çin’in bölgenin önemli aktörleri arasında gerçekleşecektir. Bu gelişmeler, kuşkusuz ki, Güney Çin Denizi özelinde Çin’in bir süredir güçlü izlenimler verdiği teritoryal yayılmacılık politikalarının ticaret boyutuna evrilebileceğinin de kapısını aralamaya matuf bir yönü içeriyor.
Bu gelişmelerin siyasi vechesine de kısaca bakmakta fayda var. ABD ile bölge ülkeleri arasında siyasi ilişkilerin yeni bir döneme girilmesine dair en önem alan, Trump yönetiminin ‘Tek Çin Politikası’na yönelik eleştirel söylemiyle gündeme geldi. Bu bağlamda, ABD’deki bu çıkış, konunun iki farklı tarafı olan Çin ve Tayvan tarafından farklı şekillerde değerlendiriliyor. ABD yönetimi’nin 1971 yılında BM’de Tayvan yerine Çin’i temsilci olarak tanıması bir anlamda Çin’in tek çin politikasının kabulü anlamı taşıyordu. Bununla birlikte, 1979 yılında ‘Tayvan’la İlişkiler Anlaşması’ ile Tayvan’la ticari ilişkiler ve silah satışı ABD yönetiminin ada ülkesini Çin’e bırakmayacağının da ifadesiydi. Bugüne kadar ABD yönetiminin, hem Tek Çin Politikası’nı tanıma hem de Tayvan’la ilişkileri stratejik bir düzeyde tutmaya devam etmesinin doğurduğu tezat taraflarca kabul edilmiş, yani belirlermiş statükonun devamını isteyen bir intiba veriyordu.
Bugün ise, Trump’ın tek Çin politikasını eleştiren yaklaşımı ise yeni dönemde ABD-Çin ilişkilerinde anlaşmazlık alanlarının genişlemesi anlamı taşıyor. Kaldı ki, bunun ilk işaretleri de Tayvan devlet başkanı Tsai Ing-wen’in Latin Amerika ziyareti öncesinde ABD’yi ‘transit’ ziyareti geliyor. Çin’in ABD’de yaşanan geçiş dönemindeki bu gelişmeye verdiği tepki ABD tarafından dikkate alınmadı. Öte yandan, bu gelişme Tayvan’da ise genel bir iyimserlik havasına yol açtı. Ancak bu sürecin ABD’nin genel geçer politikalarında kapsamlı bir değişikliğin işareti mi, yoksa yeni yönetimin siyasi güç temsiliyetini salt sembolik bir ifadesi mi olduğunu zaman gösterecek.
Bununla birlikte, Trump yönetiminin, Tek Çin Politikası’nda taşları yerinden oynatacak bir politika kararı, sadece iki ‘süper’ gücü değil, bölge ülkeleri tarafından da hissedilecek gelişmelere yol açacaktır. Tabii bununla birikte, Trump’ın Tayvan’ı Çin’le ilişkilerde bir ‘koz’ olarak kullanacağının sinyalini de vermiş olması ABD yönetiminin samimiyeti, Tayvan halkının ABD yönetimine güvenini sorgular bir nitelik taşıyor. Trump’ın aklında, iki ülke ilişkilerinde Çin’in tek taraflı olarak aldığı kararlar, özellikle de kur üzerindeki oynamasına getirdiği eleştiriler hatırlığında Tayvan ‘sorunu’ oldukça kullanışlı bir araç olduğuna kuşku yok.
Başta Çin olmak üzere Asya-Pasifik bölgesinin kahir ekseriyetinde milyarlarca dolarlık ABD yatırımlarının bölge ülkelerini küresel kapitalizme eklemlerken ve halklarını da tüketimci kültürün öznesi haline getirmekle aslında kapitalist sistemin dinamiklerine katkı yaptığını unutmamak gerekir. Singapur’un eski başbakanı Lee Kuan Yew’ın dile getirdiği üzere yenilikçilik ve müteşebbislik noktasında ABD’yi geçecek bir güç henüz vaki değil. Bu bağlamda, ABD’de yeni yönetimin tepkisinin, en azından şimdilik, sistemik değil, aksine pragmatik bir bağlamı olduğu görülür. Bununla birlikte, bu sürecin ne denli geri döndürülebilir olduğu tartışma konusu olmakla birlikte, ABD’de yeni yönetim, bunun önünü almaya yönelik icraatlara başlama konusunda da kararlı olduğu anlaşılıyor.
Trump, Amerika orta sınıfını ‘eski günlere’ taşımanın yanı sıra bu sürecin küresel ticaret dünyasını da şekillendireceğini iddiasına rağmen, içe kapanan bir ABD’nin hangi şartlarda dünya ticaretine yön vereceği ve bunun diğer ülkelerce benimsenebileceği ise şimdilik bekle-gör sürecinden başka bir alanla açıklanamıyor. Yerleşik siyasi ve ekonomik anlayışlara meydan okuyan bu yaklaşımın ABD’yi dışarda bırakmayacak şekilde küresel bir belirsizlikler dönemine girdiği konusunda neredeyse bir konsensüs oluşmuş durumda. Beyaz Saray’a daha ilk adımını atarken bugüne kadarki başkanlar arasında ABD halkının en düşük desteği ile Beyaz Saray’a adımını atan Trump’a yukarıda dile getirilen alanlarda karşı karşıya geleceği ülkeler halklarının sempatiyle bakmasını beklemek ve bunun şu veya bu şekide devam eden Amerikan rüyasına olumlu bir destek olmasını beklemek oldukça güç. Bu süreç, Trump’u Beyaz Saray’da yalnızlığa sürüklerken, ABD’yi de belki de hiç olmadığı kadar küresel olarak yalnızlığa itebilir.