Mehmet Özay 27.01.2024
Amerika Birleşik Devletleri’nde (ABD), Kasım ayında yapılacak başkanlık seçimleri için Cumhuriyetçi Parti aday adayları arasındaki rekabetin ikinci önemli randevusu New Hampshire’de yapıldı.
Aday adaylığı seçimlerinde kritik bir öneme sahip olarak değerlendirilen, 1.3 milyon nüfuslu News Hampshire’da geçtiğimiz Salı günü yapılan seçimi, sabık Başkan Donad Trump’ın, rakibi ve Güney Caroline eski valisi ve ABD’nin Birleşmiş Milletler eski elçisi Nikki Haley karşısında önemli bir avantaj sağladı.
Cumhuriyetçi Parti’ye kayıtlı seçmenler ile bağımsız seçmenin katılabildiği seçimlerde, sandığa gidenlerin 176.004’ünün (yüzde 54.3) oyunu alan Trump, 12 delege çıkartırken; 140.096 seçmenin (yüzde 43.2) oyunu alan Haley ise, 9 delege çıkartabildi.
Iowa ve New Hamshire seçimlerine toplam sonuçlarına bakıldığında Trump 32, Haley 17 ve yarıştan çekilen Ron DeSantis 9, Vivek Ramaswamy ise 3 delege elde ettiler.
Ortaya çıkan bu sonuç, Cumhuriyetçi Parti aday adayları arasında, başkanlık seçimleri için 77 yaşındaki Trump’ın liderliğini pekiştirmesi yönünde önemli bir adım sayılıyor.
DeSantis faktörü
Bu durum, Iowa seçimleri sonrasında Ron DeSantis ve Ramaswamy’ın kötü performansları sonucu ve demokratik geleneğe uygun olarak yarıştan çekilmeleri ve Trump’ı desteklemeleriyle daha da önem kazanmış gözüküyor.
Cumhuriyetçiler içerisinde geçtiğimiz yıl adaylık belirlenmesi sürecinde gözde olarak değerlendirilen Florida eski valisi Ron DeSantis’in Iowa’daki hezimetinin ardından, siyasi desteğini Trump’a verdiği yönündeki desteği dikkatle izlemek gerekiyor.
Bu durum, New Hampshire seçimlerinde DeSantis destekçilerinin üçte ikisinin Trump’ı desteklemesi, parti içinde “ılımlı” addedilen Haley’ın şansının giderek azalmasındaki başat faktörlerden sayılıyor.
DeSantis’in New Hampshire seçimlerinden hemen önce Trump’ı desteklediğini açıklaması ve Trump’ın DeSantis’e yönelik övgü dola açıklaması, Trump başkan, DeSantis başkan yardımcısı formülüne hazırlık olduğu söylenebilir.
New Hampshire’ın önemi
New Hampshire seçimlerinin önemini artıran birkaç husus var. Bunlardan ilki, tıpkı IOWA seçimlerinde olduğu üzere, yüksek katılım oranıydı.
Uzmanların, “son yıllarda görülmemiş” şekilde değerlendirdikleri ve yüzde 70’i bulan katılım oranıyla ortaya çıkan seçmenlerin ilgisini iyi değerlendirmek gerekiyor.
Bu durum, yaklaşık bir yıl önce başlayan parti içi aday adaylığı sürecinde gözlemler, anketler gibi araçlarla elde edilen ‘tahminler’in yerinin, seçmenin bizatihi sandık başına giderek göstermesinin ne denli önemli olduğunu ortaya koyuyor.
İkincisi ise, ABD’de demokrasi geleneğinin yerleşik olduğuna gönderme yapan bir husus.
O da, IOWA ve News Hampshire gibi aday adaylığı seçimlerinin yapıldığı birkaç eyalette alınan sonuçlara göre kaybedenlerin, gencilmence çekilmeleri yönündeki sosyal talep veya baskı.
Buna, demokratik baskı demek yerinde olur diye düşünüyorum. Bunun temel sebebi de, adayların kampanya süreçlerindeki harcamalarının bizzat seçmenden, -ya da seçmen grupları arasında yer alan sermayedarlardan- gelmesi.
Dolayısıyla, söz konusu birkaç seçim bölgesinde kaybeden aday, fon sağlayıcıları tarafından yarışa devam etmelerinin kritik eşiğin aşılması anlamına geliyor.
IOWA ve New Hampshire seçimlerine atfedilen bu önem, bu iki seçim bölgesini ülke genelinde örneklem haline getirmesi, uzun bir politik tarihi geçmiş ve tecrübenin ürünü olmasına dayanıyor.
Yani, oluşan bu karar mekanizmasında ABD’de, neredeyse her alanda karşımıza çıkan emprik verilerin güvenilirliği esas alınıyor.
Yeniden Trump (mı?)
Ülke genelindeki Cumhuriyetçi seçmeni temsil noktasında önemli veriler sağlayan Iowa ve New Hampshire seçimleri, Trump’ın gümbür gümbür başkanlığa doğru geldiğine işaret ediyor.
Bu durum, Demokrat Parti’de kampanya sürecini yürüten Julie Chavez Rodriguez’ın, Salı günü seçimler sonrasında yaptığı açıklamada da ortaya konuldu. Rodriguez verdiği demeçte: “Öyle anlaşılıyor ki, Kasım ayında Joe Biden’le yarışacak kişi, -ona karşı geçen seçimleri kaybeden- Donald Trump olacak!”
Öte yandan, Iowa ve New Hampshire seçimlerini kaybeden başkan aday adaylarından Nikki Haley’in yarıştan en azından şimdilik çekilme gibi bir niyetinin olmadığını da hesaba katmak gerekiyor.
Öyle ki, Salı günü seçimlerin ardından yaptığı konuşmada, kaybetmesine rağmen, ulusal seçmene seslenerek, “Trump’ın bir kez daha Beyaz Saray’da görev yapmasına engel olunması” çağrısında bulundu.
Halley’in, bu çağrısı ile Trump’lı yıllarda olan bitene ve özelikle de 2020 seçimlerinden hemen sonra seçim sonuçlarına itiraz iddiasıyla Beyaz Saray’da ve çevresinde yaşanan kaos ve anarşi ortamına gönderme yaptığını söylemek gerekir.
Trump’ın, başkanlık koltuğunda bulunduğu 2016-2020 yılları arasındaki performansı hem iç politika, hem de küresel kamuoyu için çelişkilerle dolu yıllar olarak anılsa da, ABD’de yaşanan değişimler yerine belki de, kafa karışıklığının hükmettiğini söylemek mümkün.
Trump’ın bir yandan Amerikan milliyetçiliği olarak okunan söylemleri, bu anlamda özellikle, göçmen ve artırılan tariflerle içe dönük ekonomi politikaları karşısında Cumhuriyetçi Parti içerisindeki yerinde değişiklik olmadığı, son iki aday adaylık seçimlerinde ortaya çıkıyor.
Batı siyasi ve entellektüel çevrelerinin küresel kamuoyuna liberal – demokratik değerleri öğreti şeklinde başlayan ve devam eden eleştirileri karşısında, Trump’ın bir yandan, -yukarıda dikkat çekildiği üzere- ABD milliyetçisi öte yandan, Fundamentalist Hıristiyanlık yani, Evanjelist öğretileriyle hareket etmesini iyi anlamak gerekiyor.
Bu siyasal veya dini-politik söylem ve eylemler dizisine sadece ABD’de değil, tarihsel ve toplumsal olarak bakıldığında, liberal-demokratik idealleri pekiştirdiği iddia edilen Batı Avrupa ülkelerinde de ‘aşırı/sağ partilerin’ iktidarları üzerinden de ele almak gerekiyor.
Bu durum, Batı’da monolitik bir demokratik – liberal idealin varlığından ziyade, farklı renk ve tonlarıyla dinamik bir siyasal yapının varlığına işaret ediyor.
Batı ülkelerini ‘demokratik’ yapan ve bu süreci de barışçıl bir şekilde sürdürübilmelerine olanak tanıyanın da aslında bu çok renklilik içerisinde rekabet edebilme becerisini gösterebilmeleri.
Yoksa, demokratik-liberal ideallerin yukarıdan aşağıya hiyerarşik bir şekilde yapılandırıldığı tekil bir siyasal model olmamasıdır.
Bununla birlikte, kendine özgü politik söylemi ile dikkat çeken Trump’ın bu iki seçim sürecinde de kendi partisinden diğer adayı yani, Nikki Haley’e karşı kullandığı dilin ‘demokratik-liberal’ geleneklerle mi yoksa, ‘nefret diliyle mi’ anlaşılması konusunda bazı ipuçları sunuyor.
Örneğin, Salı günkü zaferinin ardından, kendisini destekleyen Güney Carolian’a senatörü Tim Scott’a seçim zaferi konuşmasında “Ondan (Halley) nefret etmelisin!” söylemi açık bir sözlü saldırı anlamına geliyor.
Aynı konuşmasında Trump, “Haley’e geceyi zehir ettik!” cümlesi de, onun ne tür bir haleti ruhiye içinde olduğunu ortaya koyuyor. Rakibi Halley’in kampanya ekibince de farkedilen bu durum karşısında, “Trump kendinden bu kadar eminse, niçin kızgın?” sorusunu yöneltmesine neden oluyor.
Trump’un seçimi gayet rahat kazanmasına karşın nefretinin neye dayandığı herhalde bir başka bilim alanının çalışma sahasına giriyor…
Şayet Donald Trump, bırakın Demokrat adaylara yönelik söylemi, kendi partisinden bir adaya yönelik böylesine ayrıştırıcı, aşağılayıcı bir dili kullanmasının onu ve de yarın, muhtemelen ülkesini yönetecek partisinin ulusal barışa ve aynı zamanda küresel barışa ne tür katkılar yapabileceğine dair ipuçları veriyor.
Bu konuda, hem Amerika basınında hem de küresel basında benzer kaygıların güncellenmeye başladığını söylemek gerekiyor.
Özellikle, Covid-19 sonrasında küresel finans ve ekonominin yeniden yapılandırılması; küresel iklim değişikliği gibi çabaların Doğu Avrupa’da çıkan savaş ortamı; Ortadoğu’da, İsrail’in Filistin’e yönelik saldırıları ve bununla bağlantılı olarak, Arab Denizi ve Yemen’e sıçrayan şiddet; Güney Çin Denizi sorununun ciddiyetini koruması gibi uluslararası gündem maddelerinin, ABD’de Kasım ayındaki başkanlık seçimleri sonrasında nasıl bir yönelik kazanacağını şimdiden düşünmek gerekiyor.
Ya da, Trump’ın siyasal söylemini salt seçim sürecine has ‘olağan’ söylemler olarak değerlendirenler ve yukarıda dikkat çekilen ‘nefret dili’nin kötümser bir algının esirliğinden kaynaklandığını savunanlar da olabilir.
Halk desteğini aldığı görülen Trump’un benzer bir desteği partisinin siyasi eliti içerisinde yeterli ölçüde alamamış olduğunu söylemek pekâla mümkün.