Tayland siyaseti tüm zaafları ve açmazlarıyla birlikte sadece Güneydoğu Asya’nın değil belki de Asya kıtası içinde ‘hasta adam’ lâkabıyla anılmayı hak ediyor. Bu noktada siyasi gözlemcilerin neredeyse ortak bir kanaatte olduğunu söylemek mümkün. Bir yandan bölgede ‘aktif’ sömürgeleştirilmeye maruz kalmamış bir ülke, öte yandan dünya Budizmi’nin en önemli ayaklarından birini oluşturmasıyla dikkat çeken ve çevresindeki komşu ülkeler gibi çok etnikli/çok dinli bir yapıya sahip olup azınlıklar gibi bir sorunu devasa boyutlarda yaşamayan -Patani’yi bu kategori dışında ele almak gerekir- Tayland, monarşi ile halkın yönetimi arasında bir açmazı tecrübe ediyor. Bu tecrübe elbette yeni değil. Dönemin siyasi çalkantıları/gelişmeleri içerisinde yer bulan ve 1932 yılında monarşiye karşı girişilen müdahalede parlamenter sisteme geçilse de, süreç daimi olarak monarşiye odaklanmış bir siyasi yapı üretti. Monarşi’nin ordu-siyasi elitler ile kurduğu tarihsel ittifak modern dönemde adına parlamenter demokrasi denilen dönemin ‘hakkıyla’ ortaya ortaya konulmasının önündeki engeli oluşturdu. Bugünden bakıldığında ‘1932 Hareketi’nin acaba ‘içerden bir müdahale’ olup olmadığını da akla getirmiyor değil. Daha açıkça ifade edersek, monarşinin toptan devrilmesi yerine, ‘ileriyi’ görebilen saray ve çevresinin siyasi evrime ön ayak olması şeklinde yorumlamak mümkün.
Darbeler ülkesi olmaklığın getirdiği özellik nedeniyledir ki, Tayland, yukarıda dile getirdiğim şekilde hâlâ ‘hasta adam’ olgusuyla anılan bir ülke özelliği sergiliyor. Geniş bir coğrafyaya sahip, Doğu Çin Denizi, Bengal Denizi gibi iki farklı deniz yoluna açılan sınırları, kuzeyinde Çin güneyinde Malay Müslüman dünyası ile etkileşimi bu ülkeyi sadece ekonomik anlamda değil, sosyal ve kültürel dünyasını da zenginleştirecek unsurlar olarak dikkat çekiyor. Bu potansiyel maddi imkânların pratiğe dökülmesinde Tayland’da 1980’li yıllardan başlayan bir ‘kalkınma’ olgusundan bahsedilebilir. Aslında Tayland gibi bir ülkede yakinen tecrübe edildiği üzere, ‘kalkınma’ gibi bir kavramın çok da iç açıcı olmadığını söylemek gerekir. Kalkınmanın toplumda hedef birlikteliği, var olan ahenk düzeyini azamiye çıkarma arzu ve isteği ile içinde bulunduğu coğrafyaya ve dünyaya modellemeler sunma kabiliyeti gibi hususlar dikkate alındığında Tayland’ın pek de bu bağlamlarda esamesi okunmuyor.
Kaldı ki, henüz doğru dürüst anayasası olmayan bir ülkeden bahsediyoruz. Sayısı yirmiyi bulan darbe ve darbe benzeri müdahaleler, ülkede sivil siyaset ve kurumlarının ortaya koyduğu bir anayasadan bahsedilemiyor. Bunun yerine, gücünü Tay kozmolojisinden alan kraliyet kurumu/saray ve buna eklemlenen ordu ve bürokratik yapı ile elitler arasında bir sözlü anlaşmadan bahsedilebilir. Bu sözleşmenin pratikte ülkenin nasıl yönetileceği konusuna verebildiği pratik bir cevap da yok.
Tabii Tayland monarşisi dendiğinde, bu yapının yarı-kutsal bir niteliğe büründüğünü, öte yandan Hindistan/Sri Lanka ve Çin Budist gelenekleri arasında kendine özgü bir yeri olduğunu ifade edelim. Kadim monarşi geleneği süreçte Budizmi koruyan bir kurum olarak hizmet verirken, benzer şekilde monarşi de Budizmin kutsallığından kendine pay almaya başladı. Bugün, modern Tayland’ın içinden çıkamadığı ikilem temelde bu. Son dönemde ortaya çıkan muhalefet hareketine karşılık, Monarşiye karşı gelmenin dinsel bir inanç bağlamında ‘aykırılık’ olacağından hareketle bu kuruma yönelik bağlılığını sürdüren güçlü yapılar olduğu bir gerçek. Bunun başında ordu, siyasi elit geliyor. Yingluck Shinawatra hükümeti son gösterilere direnirken, kimi gözlemciler ordunun tarafsızlığına atıfta bulunuyordu.
Ancak 22 Mayıs’da gerçekleşen darbe, ordunun, dün gibi bugün de, gücünü aldığı monarşiye bağlılığını sergilemekte olduğunu ortaya koyuyor. Bunu salt darbe girişimine bağlamıyorum. Darbecilere davetiye çıkartan sözde muhalefet grubunun lideri Suthep Thaugsuban herhangi bir yargılamaya konu olmazken -ki örneğin Yingluck da buna cesaret edememişti-, ülkenin mevcut sistemi içerisinde seçimle iktidara gelen Yingluck Shinawatra ve bakanlar aynı yapı tarafından mahkemeye çıkartılabiliyor. Tabii Suthep gibi muhalefet kanadını temsil edenlerin bu ‘sivil’ güçlerini nereden aldıkları sorusu önemli. Aslında Suthep’in monarşi yanlısı Demokrat Parti’de başkan yardımcılığı görevini yaptığını daha önceki çeşitli yazılarda dile getirmiştim.
Bununla birlikte, Kral’ın ilerlemiş yaşı ve hastalığı nedeniyle ülke siyasetine doğrudan müdahalesi söz konusu değil. Ancak kralın biyolojik olarak sağlıklı olsa da, tek başına hareket etmediği, bir siyasi mekanizma olarak krala danışmanlık yapan bir komite bulunuyor. Bu komitenin üyelerinin de eski ordu mensupları, siyasiler olduğu dikkate alındığında Saray’da sözü geçen kitle ile sokakta ‘sivil’ muhalefet yaptığını söyleyen Suthep ve benzerlerinin oluşturdukları bloğun ‘sağlamlığı’ ortaya çıkıyor. Suthep, ‘seçilmiş’ Başbakanı ve hükümetin görevden alınıp, yerine ‘atamayla’ getirilen bir Başbakan ve meclis istiyordu. Ve istediği de oldu. Kadim dönemlerde kralın bir bölgeye vali ataması gibi bir atama diyebiliriz buna. Bugün hasta yatağında Kral bunu yap/a/mıyor, ancak kral adına ülkeyi yönetme azmi ve gücünü kendinde bulan ordu yapıyor. Sistem aynı şekilde işliyor, sadece aracılar farklı.
Geçen yıl 31 Ekim’de gösteriler başladığında, Bangkok caddelerinde hayat felç olduğunda az da olsa ‘sivil savaş’ tehlikesinden bahsediliyordu. Dönemin Başbakanı Yingluck -daha doğrusu abisi Thaksin Shinawatra- taraftarları sokağa dökülme egzersizleri yapıyordu. Sivil savaş çıkmadı. Ancak ordu, siviller üzerinde yine baskısını ortaya koyarak sivil yaşamı yeniden yönlendirme, çeki düzen verme ‘görevini’ üstlendi.
Tayland, 1932 yılından bu yana 84 yıllık modern tarihinin en kara günleri yaşıyor. Ülke siyasi yapısı üzerinde egemen güçler bu duruşlarıyla ne ülkeye ve halkına, ne ülkenin üyesi olduğu ASEAN’a ne de genel anlamıyla küresel sisteme bir umut vaad edebiliyor.