Bir dönem, adı Güneydoğu Asya Ülkeleri Topluluğu (ASEAN)’a üyeliği ile gündeme gelen Sri Lanka, Budist dünyasının önemli ülkelerinden biri olarak dikkat çekiyor. Hint Okyanusu’nun ortasında Arap Müslüman dünyası ile Hint ve Budist dünyanın kesişme noktasındaki bu ada ülkesinde son dönemde Müslümanlara yönelik şiddet eylemleri gündeme taşınıyor. Bu özelliği ile akıllara Myanmar’daki Arakan Müslümanlarının ahvalini getiriyor. Bu benzerliğe aşağıda değineceğim. Ancak Sri Lanka’da geçen Perşembe günü patlak veren ve Pazar günü üç kişinin ölümü ve yaklaşık seksen kişinin yaralanmasına neden olan saldırılara kısmen değinmekte fayda var.

Aslında olayların Perşembe günü, birkaç Müslüman genç ile Budist bir şoför arasında geçen hadiseden neşet ettiği belirtiliyor. Gündelik yaşam içinde belki olağan karşılanacak etkileşimin etnik ve dini unsurlar arasında bir şiddete dönüşmesi ise, Sri Lanka benzeri toplumlarda azınlık-çoğunluk ilişkilerinin ne kadar da hassas olduğunu ortaya koyuyor. Bir Budist şoförün tartaklanmasının ardından Budist topluluk üç gün boyunca Müslümanların yoğunlukta olduğu başkent Kolombo’ya altmış kilometre mesafedeki Alutgama ve Beruwala şehirleri ve çevresinde gösteri yaptı. Ülkede çoğunluğu oluşturan Sinhali Budistlerine mensup “Budist Gücü” (Bodu Bala Sena-BBS) adı verilen adı verilen grub söz konusu vak’ayı bahane ederek üç gün süren gösterilerin ardından Müslümanlara ve bölgedeki camiye, evlere, iş yerlerine saldırdı.

Bu durum, Müslümanlar üzerinde kurulan sosyal baskının şiddete evrilmesi kadar, hükümet ve güvenlik güçlerinin zaafiyetini de ortaya koyuyor. Özellikle de, bu zaafiyetin sokağa çıkma yasağı ilân edilmesinin ardından, gösterileri saldırıya dönüştüren Budist gruplara müdahale edilmemesi, can ve mal kayıplarının yaşanmasından sonra dahi herhangi bir gözaltının -en azından şu ana kadar yapılmamış olması- açıkça ortaya koyuyor. Olayların ardından, örneğin Adalet Bakanı Rauf Hakim gibi hükümet yetkilileri ile Müslümanlar polisin vazifesini yerine getirmediği şeklindeki açıklamaları bunu ortaya koyuyor. Tepkiler, sadece bu kişi ve gruplarla da sınırlı değil. ABD’nin Kolombo’daki Büyükelçiliği’nden gelişmeler sonrasında yapılan açıklamalarda hükümetin azınlık dini ve etnik grupları korumaya davet edildiği dikkat çekiyor.

Bu saldırılar, Myanmar’daki başta Arakanlılar olmak üzere azınlık konumundaki Müslüman kitlelere yönelik saldırılarla benzerliği üzerinde durulmayı hak ediyor. Pazar günkü hadise, bir tek örnek olarak yorumlanmak yerine, Sri Lanka toplumundaki etnik ilişkiler dikkate alındığında, Müslümanların Myanmar’daki Arakan toplumunun yaşadıklarına benzer bir süreçle karşı karşıya olduklarını ortaya koyuyor. Bunun temel nedenleri arasında, her iki ülkedeki hakim Budizm anlayışının farklı dini ve etnik gruplarla birarada yaşama fikrinden uzak oluşları öne çıkıyor.

Söz konusu bu iki ülkedeki saldıran ve saldırılanların benzerliğinin dışında, her iki toprak parçasında sömürgecilik döneminden kalan etnik ve dini ayrımcılık üzerine temellendirilen toplum yapısı, modern ulus devlet yapılaşmasında kendini dışlayıcı bir nitelik olarak ortaya koyuyor. Tıpkı Myanmar’da olduğu gibi, Sri Lanka’da da sömürge döneminde yerli unsurların görece dışlanmışlığı, Müslümanların ticaret gibi önemli ekonomik faaliyetlerle iştigal etmeleri yerli Budist toplum nezdinde kabul edilemez bir duruma karşılık geliyor. Budist toplum böylesi bir algıya sahip olduklarını reddetmiyor aksine, açıkça ortaya koymaktan da çekinmiyor. En son gelişmeler çerçevesinde de Budistler ‘azınlıkların’ -bu anlamda Müslümanların- giderek toplumda çok daha etkin oldukları yönündeki iddiaları, saldırıların temellendirilmesine sebep oluyor.

Bir dönem Hindu Tamillere karşı geliştirilen Sinhali milliyetçi refleksinin, bir süredir Müslümanlara yöneldiği gözleniyor. Müslümanlara yönelik bu dışlayıcılık sosyal ve ekonomik çerçevesi kadar, Alutgama’da yaşananlarda olduğu gibi şiddet boyutuyla dikkat çekmeye devam ediyor. Ancak bunu sadece modern ulus-devlet öncesi dönemle sınırlandırmak hata olur. Bugün adına ‘İslam korkusu’ denilen olgunun küresel mahiyette ele alındığı ve kitle iletişim araçlarıyla gündemi işgal etmesinin de rolü olsa gerek. Yoksa yakın döneme kadar göz ardı edilmiş ve bugün pek çok kesimce halen anlaşılmaya muhtaç Budist toplumların yüzyıllarca şu veya bu şekilde aynı coğrafyayı paylaştıkları Müslümanlara yönelik ‘kin’ güden yaklaşımları nasıl açıklanabilir?

Pazar günkü gelişmenin izole bir örnek olmadığını söylemiştim. Bu noktada, Sri Lanka’da 1983- 2009 yılları arasında bağımsızlık veya otonom bir yönetim için mücadele veren Tamil Kaplanları’nın faaliyetlerinin büyük bir askeri operasyon sonucu bir tehdit olmaktan çıkartılması ülkede etnik çoğunluğu oluşturan Budist Sanhililerin Müslümanları hedef alabilecekleri potansiyel bir ortam hazırlıyor. Saldırıların arkasında yer aldığı belirtilen Budist örgüt BBS’in giderek Sinhali toplumunda kabul bulması kadar, kimi siyasi liderlerce de destekleniyor oluşu Müslüman azınlık için durumun hiç de içaçıcı olmadığını ortaya koyuyor.

Bu noktada, şu hususa dikkat çekmekte fayda var. Sri Lanka nüfusunun yaklaşık %80’ini oluşturan Budist Sinhali toplumunun, 1948 yılındaki bağımsızlıktan bu yana ülkedeki etnik azınlıklarla arasının hoş olmadığı biliniyor. Özellikle, Hindu Tamillerin temel haklar konusundaki taleplerinin reddine, katı milliyetçi anlayışın bir sonucu olarak 2009 yılı Mayıs ayındaki saldırılarda sivillerin de hedef alınmış olmasında ortaya çıkıyor. O dönemde yaşananlar Batı başkentlerinde ve Birleşmiş Milletler’de halen konuşulmaya ve Sri Lanka yönetiminin önde gelen isimlerinin savaş suçlusu ithamıyla mahkemeye çıkartılması talepleri devam ediyor. Bugün Tamil tehdinin olmadığı bir ortamda, özellikle Myanmar’daki dini inanç ve toplumsal yapı benzerliğinden hareketle Sri Lanka Sinhali toplumunun ülkedeki azınlık konumundaki Müslümanlara yönelik saldırıların artabileceğine dikkat çekmek gerekiyor. Bu endişe nedeniyledir ki, ABD makamlarının yaptıkları açıklamalar, Sri Lanka yönetiminin bir an önce bu tip etnik ve dini çatışmaların önüne geçilmesi talebini ortaya koyuyor. Çünkü, etnik çoğunluğu oluşturan Sinhali toplumunun en azından kayda değer bir bölümünün dini inançlarından ötürü, Budist rahiplerin öncülük edeceği toplumsal hareketleri destekleyecekleri ve gene benzer bir yaklaşımla yönetim ve özellikle de güvenlik güçleri arasındaki Sinhali toplumu mensuplarının  Pazar günkü saldırılar gibi gelişmelere seyirci kalabilecekleri ihtimali bulunuyor.

Bu noktada, devlet başkanı Mahinda Rajapaksa’nın kardeşi ve aynı zamanda Savunma Bakanı Gotabhaya Rajapaksa’nın kamuoyu önünde BBS’ye gösterdiği destek ortada. Belki bundan da öte, toplumsal bir tehlike ve tehdit ise, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu’nca hakkında iddialar gündeme getirilen Başkan Mahinda Rajapaksa’nın anayasada yaptığı değişiklikle uzun dönem devlet başkanı olarak kalması olacak. BM İnsan Hakları Komisyonu’nun çalışmalarında Sri Lanka’nın giderek otoriter bir yapıya büründüğüne dikkat çekilmesi, zaten çatışma ortamından yeni çıkmış bir toplumda etnik azınlıklar ile hakim güç arasında çatışma potansiyelini harekete geçirmeye matuf bir yön içeriyor.

İki gün önce yaşananlarda Müslümanlar hükümeti temsil makamındaki kurumların kendilerini korumadığı iddiasında bulunmaları bir yandan hükümeti göreve davet ederken, öte yandan da bir endişeyi ortaya koyuyor. Hükümetin zamanında önlem almaması durumunda, Müslümanların Budist çetelerin saldırılarından korunmak amacıyla kendi önlemlerini almaya başlamaları da ülkedeki azınlıklar arası ilişkileri çok daha farklı yönlere taşıyacaktır.

http://www.dunyabulteni.net/haber-analiz/301272/sri-lankada-neler-oluyor

Gönderen Mehmet Özay zaman: 08:23 Hiç yorum yok: Bu yayına verilen bağlantılar

Bunu E-postayla GönderBlogThis!Twitter’da PaylaşFacebook’ta PaylaşPinterest’te Paylaş

Etiketler: HİNT OKYANUSU

12 Haziran 2014 Perşembe

Çin-ABD çekişmesi ve Asya-Pasifik gündemi / Disputes Between China-the Us and Asia-Pacific Agenda

Mehmet Özay                                                                                                                12 Haziran 2014

Mayıs ayının sonunda Singapur gerçekleştirilen 13. Shangri La Diyalog Toplantıları ve Haziran ayının başında Kuala Lumpur’da gerçekleştirilen 28. Asya-Pasifik Yuvarlak Masa Toplantıları bölge gündeminin ötesine taşacak boyutlara sahip. Bu iki toplantı dolayımında neler olup bittiğine bakmakta fayda var.

“Asya-Pasifik” derken, bu iki farklı coğrafyanın neye tekabül ettiği üzerinde kısaca durmak gerekir. Asya’nın devasa bir kıta oluşu ile yukarıda zikredilen toplantılar çerçevesinin birbiriyle örtüşmediği ilk etapta dikkat çeken bir husus.  Bu anlamda, ‘Asya’dan kastın, Doğu ve Güneydoğu Asya yani, Asya Kıta’sının Pasifik’e bakan sahil koridorunu oluşturan bölge öne çıkıyor. Buna ilâve olarak özellikle Güneydoğu Asya ile olan tarihi, kültürel, ekonomik etkileşimi nedeniyle Hindistan’ı bu coğrafi ilişki ağına dahil etmek mümkün. Ancak, coğrafi tanımlama konusunda bir yanılgının hasıl olduğunu ifade etmeden de geçmeyelim.

1980’lerden itibaren Doğu ve Güneydoğu Asya, kapitalist ekonominin küreselleşmesine paralel olarak ekonomik üretimin cazibe merkezi haline geldi. Bu durum, aynı zamanda bölgenin sadece bölgedeki ilgili ülkeler ve bu ülkelerle ulusaşırı şirketler arasında ilişkilerin değil, giderek artan bir ivme ile gündemde işgal ettiği yer giderek daha çok öne çıkmasına neden oluyor. Bu önem, bölge ülkelerinin liberal ekonominin zorunlulukları doğrultusunda ucuz emek ve maliyet, hammadde kaynakları, tüketici orta sınıfların yeşermesi gibi özellikleriyle ulusaşırı şirketlerin yatırım sahası olarak yer alıyor. Bölgede ekonomisi geliştikçe, jeo-politik ve uluslararası ilişkilerde sorunlu bir yapının da ortaya çıkabileceğini gösteren Çin’in varlığı 2000’li yılların başından itibaren bir yandan imkân, öte yandan da tehdit algısıyla birlikte anılıyor.

İşte bu imkân ve tehdit bağlamları yukarıda anılan toplantıların gündem maddesiydi. Biri 13., diğeri 28. kez düzenlenen toplantıların çıkış nedenleri konusunda da bir fikir veriyor aslında. ASEAN merkezli başlayan bu toplantıların gelişmelere paralel olarak Pasifik’in öte yakasına, yani Latin Amerika’ya taşınacağının haberleri bugünlerde gündemde yer alıyor. Bir diğer önemli gelişme ise geçenlerde Brüksel’de yapılan Gelişmiş Ülkeler yani, G-7 toplantısında Doğu ve Güney Çin Denizleri’ndeki anlaşmazlıklar, serbest dolaşım ve uluslararası deniz ticaretinin güvenliği gibi konuların önemine dikkat çekildi. G-7 liderlerinin üstü kapalı olarak Çin’i hedef alan ifadeleri, bölge güvenliğini tehdit eden bir unsur olarak, aslında bugüne kadar ekonomide kontrolsüz büyüyen Çin’in bu sefer ağırlıklı olarak tarihe referans yaparak kendisine ait olduğunu belirttiği sularda askeri ve ekonomik girişimleri tedrici olarak artırmasından kaynaklanan ciddi bir rahatsızlığı ortaya koyuyor.

G-7’nin bölge ile ilgili kaygılarını ilk defa güçlü bir şekilde ortaya koyduğuna tanık olunuyor. Bu durum, Çin’in bugüne kadar bölgesinde uluslararası siyasette sergilediği Adalar ve kıta sahanlığı sorununu tek tek ilgili ülkelerle halletme yönündeki çabasının ters teptiği anlamı taşıyor. Daha önceki yazılarımızda da vurguladığımız üzere, son dönemde Çin’le şu veya bu şekilde doğrudan fiziki çatışma ortamına giren Filipinler ve Vietnam sorunu ASEAN bünyesine ‘enjekte etme’ çabaları Birlik’in diğer üyelerince kabul görmese de, G-7’nin yukarıda dile getirilen kaygıları bölgedeki sorunu küresel bir boyuta taşınmakta olduğunun açık bir göstergesi. Filipinler ve Vietnam’ın niçin bir anlamda ‘öncü’ rol oynadığı ise Çin’in bir yandan Filipinler’in de hak iddia ettiği küçük adalardaki ‘yapılaşma faaliyetleri’, öte yandan Vietnam bağlamında ise, dev petrol arama platformunun ortak hak iddiasına konu olan sulardaki varlığıdır.

Giriş’de değindiğimiz toplantıların ilkinde yani Shangri La Diyalog Toplantıları’na katılan ABD Savunma Bakanı Chuck Hagel, açılış konuşmasını yapan Japonya Başbakanı Shinzo Abe ve Vietnamlı katılımcıların gündemini elbette ki, Çin’in bölgede nüfuz çabaları oluşturuyordu. Hagel, “modern dünyanın imkanları kadar tehditleri de içinde barındırdığını gündeme getirerek, imkanlarla küreselleşen ekonomiyle ülkeler arasında işbirliğinin artırılmasına gönderme yaparken, tehditlerden kastı da, tıpkı Çin örneğinde görüldüğü üzere, bu zenginliği yoğun askeri harcamalarla bir tehdit olgusuna dönüşümü üzerinde duruyordu. Neredeyse her ASEAN toplantısında dile getirildiği üzere, ekonomik olarak büyüyen Çin’in bölge ülkeleri için de benzer bir ekonomik imkân anlamına geldiği konusunda kimse görüş ayrılığı içinde değil. ASEAN içerisinde Çin’in deniz kıta sahanlığı konusundaki çıkışlarına Birlik olarak ciddi bir çıkış olmamakla birlikte, Çin’e siyasi bir duruş anlamında ABD yaklaşımını dikkate almakta fayda var.

Singapur’daki toplantılarda Çin’i doğrudan hedef alan ifadelere Çin makamlarından yanıt gecikmedi. Üst düzey askeri bir yetkili Hagel’in ifadelerini Çin’e yöneltilen bir ‘tehdit ve gözdağı’ olduğunu söyledi. Ardından, Çin Devlet Başkanı Xi Jinping, Malezya Başbakanı Necib Bin Razak’ın resmi ziyareti sırasında Doğu ve Güney Çin Denizleri’ndeki anlaşmazlıklar konusunda “ Çin’in asla saldırgan bir tutum içinde olmayacağı. Ancak kendisine karşı herhangi bir girişim olması halinde karşılık vereceği” şeklindeki açıklaması dikkat çekiciydi.

Shinzo Abe ise, uluslararası yasalara atıfta bulunarak Çin’in girişimlerinin küresel boyutta önemine dikkat çekerken, bölgede Japonya’nın Dış Politika ve askeri yeniden yapılanmasına değindi. Abe, bu yeni dönemi Japonya’nın “Barışa Aktif Katkısı” olarak tanımlıyor. Japonya’yı bu süreçte öne çıkaran husus, devlet politikalarında değişim öngören yaklaşımı kadar, ABD ve Avustralya’nın Japonya’ya verdikleri destektir. Barack Obama’nın ve Avustralya Başbakanı Tony Abbott’un Nisan ayındaki Japonya ziyaretlerinde bu destek açık bir şekilde verilmişti. Abe’nin “bölgedeki statükoyu değiştirmeye matuf girişimlere izin vermeyeceğiz” mesajı, Batılı müttefikleriyle olan ilişkilerinin de temel dinamiğini oluşturuyor.

Çin’in uluslararası diplomasinin odağına yerleştiren girişimlerinin temelinde ne var sorusu bu anlamda önem taşıyor. Bir takım ekonomik icraatlar ve geleceğe matuf yatırımların bir rolü var tabii ki. Ancak, Çin’in Japonya’yla tarihi husumeti, son otuz yılda Çin’in ekonomik anlamda güçlenirken, bunun askeri boyuta taşınması ülkenin tarihi ilişkilerine referans yapılmasını gerektiriyor. Zaten Çin yayın organlarında ve de diplomatların ifadelerinde bunu gözlemlemek mümkün. Çin, bölgede denizleri ve adalarını ‘kendilerinden koparılmış’ olarak addederek, bugünkü ‘agresif’ politikalarına yön veriyor.

ASEAN içerisinde çeşitli boyutlarda sürdürülen toplantılar kadar, Singapur ve Kuala Lumpur’daki uluslararası çevrelere de açık toplantılarda açıkça zikredilmese de, bazı sivil toplum örgütlerince tek kutuplu dünyanın sonu şeklinde yorumlar da gündemde yer alıyor. Bu anlamda tartışmalarda Japonya-Batılı müttefikler statükodan bahsederken, Çin ve Çin’in büyümesine hazmedebilen çevreler ise, Batı’nın Çin’in önünü kısıtlayan politikalarına işaret ederek çatışmanın bu nedenle gündeme taşındığı görüşündeler. Tek kutuplu dünyadan kopuşun gene bu kutbu oluşturan ABD’nin niyet ve icraatına bağlı olduğu da tüm açıklamalarda dikkat çekilen bir husus. Bu çerçevede, “Peki ABD buna hazır mı?” sorusu sorulmaya devam ediyor.

http://www.dunyabulteni.net/haber-analiz/300866/cin-abd-cekismesi-ve-asya-pasifik-gundemi

LEAVE A REPLY