Mehmet Özay                                                                                              22.06.2022

Son birkaç yıl içerisinde küresel çapta yaşanan gelişmeler, 21. yüzyıl insanlık durumunun ve uluslararası ilişkilerinin, geçmişi bir yüzyıl öncesine kadar uzanan geçmişteki bazı benzerleriyle karşılaştırılmasına neden oluyor.

Söz konusu bu gelişmelerin bir yanında, 2019 yılı sonları ve 2020 yılı başlarında, Çin’in Hubei Eyaleti’ne bağlı Wuhan şehrinde ortaya çıkan kovid-19 bulunurken, öte yanında Doğu Avrupa’da savaş hali yer alıyor.

Etkileri sağlıktan ekonomiye, eğitimden yatırıma küresel çapta hissedilen bu iki temel gelişme, ulus-devletlerin ulusal güvenliklerini tehdit boyutuyla öne çıkarken, bir süredir tanık olunduğu üzere nükleer silahlanmada azami derecede bir artışın ortaya çıkmasını tetiklemiş gözüküyor.

Söz konusu bu artışın boyutları sadece, nükleer silahlara sahip dokuz ülke ile sınırlı olmadığını söylemek gerekir.

Bir yandan, bu ülkeler mevcut nükleer silah kapasitelerini artırma ve Rusya örneğinde olduğu gibi, tehdit algısını hissettikleri ülkeler kullanıma hazır hale getirirken, ABD ile Japonya ve Güney Kore örneklerinde görüldüğü gibi diğer ülkeler de, ya yeni ittifaklar veya var olan ittifakların genişletilmesiyle kendilerini olası tehditlere karşı koruma altına almaya çalışıyor.

Küresel tehditler: Tesadüf mü kasıt mı?

Kovid-19’un aralarında dünyanın gelişmiş ülkelerinin de bulunduğu toplumlarda, salt bir kamu sağlığı sorunu olmakla kalmayıp ulusal güvenlikleri tehdit edecek boyutta olması dikkat çekiyordu.

Kovid-19’un Çin’de nasıl ve hangi koşullarda ortaya çıktığı konusunda şüpheci yaklaşımlar, Batı’da birden etkisini gösterirken, insanlığın ortak sorunu karşısında işbirliği beklentileri yerini suçlu arama girişimlerinde karşılıklı suçlamalara bıraktı.

Bu durum, kamu sağlığı tehdidi üzerinden ülkelerin birbirlerine karşı bir anlamda, sağlık terörü denilebilecek bir olguyu gündeme getirirken, yaşanan gelişmeler sadece, ilgili ulus-devletlerin sağlık bakanlıklarının alacakları tedbirlerle sınırlı olmayan aksine, içinde istihbarat ve askeri birimlerin de olduğu yoğun ve hatta topyekün bir mücadele türünün ortaya çıkmakta olduğuna şahit olduk.

Henüz bu tehdidin geçtiği söylenemese de, iki buçuk yıla varan etkisi ile Batılı ülkelerde temel ve yaygın bir sağlık problemi olarak örneğin, 1. Dünya Savaşı döneminde, 1915 yılında İspanya’da ortaya çıkan salgınla karşılaştırıldı.

Ya da, bunun ötesinde ulusal güvenliği tehdit boyutunun fark edilmeye başlanmasıyla, Fransa devlet başkanı Emanuel Macron gibi liderlerin dile getirdiği üzere, 2. Dünya Savaşı dönemiyle kıyaslanmayı hak eden bir yıkım şeklinde algılandı.

24 Şubat 2022 tarihinde Rusya’nın komşu ülke Ukrayna’yı hedef alan istila girişimi ise, ABD öncülüğündeki NATO’nun Rusya ile karşılaşma sahası olarak dikkat çekerken, akıllara birden 1950’li yılların başından itibaren ortaya çıkan Soğuk Savaş yılları geldi.

İnsanlık durumu ve yönetilebilirlik

Aslında, yüzyıllık dönem insanlık tarihi açısından pek de öyle uzun bir geçmiş kabul edilmez.

Ancak, yukarıda dikkat çekilen gelişmeler, 21. yüzyılın başları diyebileceğimiz bu dönemde, hem ulusal ve uluslararası sağlık alanlarında, hem de başta Avrupa Kıtası’nda olmak üzere ortaya çıkan ülkelerarası krizlerin yönetilemiyor olduğunu gösteriyor.

Açıkçası bu noktada, yakın geçmişe dair yapılan olumsuz benzetmeler, tam da küresel yönetim mekanizmasında ciddi aksaklıkların olduğunu ortaya koyuyor.

Öyle ki, özellikle 1. ve 2. Dünya Savaşları’nın ardından, bir daha bu yıkımları yaşamamaya yönelik olarak teşekkül ettirilen küresel düzen tedbirlerinin, bugün artık esnekliğini kaybettiğine şüphe bulunmuyor.

Küresel düzen, kutuplaşma ve çatışma hali sendromu

Kovid-19 gibi sağlık ve Doğu Avrupa’daki savaş gibi ciddi çatışma ortamları, küresel belirsizlik ve şüphe ortamının artışına epeyce bir katkı yapması kadar, bu sorunları aşmada işbirliklerinin barışçıl çözümler yerine, çatışmacı yaklaşımları körükleyecek bir yönelim sergilemesi, umutların biraz daha yitirilmesi anlamı taşıyor.

Bu noktada, ulus-devletler ve özellikle de, gelişmiş denilen ülkeleriyle bunları yakalama iddiasındaki gelişmekte olan ülkeler, var olan veya sürpriz olarak ortaya çıkan tehditler karşısında ulusal güvenliklerini yeniden ve ciddi anlamda gözden geçirme gereği duyuyorlar.

Bu durum, her ne kadar, Asya-Pasifik bölgesinde ASEAN örneğinde görüldüğü üzere, bir tür çözüm gibi sunulan çok kutupluluk söyleminin uluslararası ilişkilerde kendine kayda değer bir şekilde yer bulmasına yol açsa da, tıpkı Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi günümüz uluslararası ilişkilerinin de, iki temel kutup arasında ayrıştığını veya ayrışmakta olduğunu söyleyebiliriz.

Söz konusu bu iki kutupluluğun bir yanında, Batı ya da daha doğru bir deyişle, Anglo-Sakson dünyası ve ürettiği eko-politikaları yer alırken öte yanında, liderinin hangi ülke olduğu gayet şüpheli, ancak yine Batı tarafından tanımlanan belki de, genel itibarıyla diğerleri diyebileceğimiz ülkeler grubu yer alıyor.

Bununla birlikte, Çin’in özellikle, Deniz ve Kara İpek Yolları projelerinin hedef ve amaçları arasında gizli/açık kendine bağlı/bağımlı ülkeler grubu oluşturma arzusu yattığı dikkate alınacak olursa, ikinci grubun liderliğine hevesli olan Çin Halk Cumhuriyeti’nin olduğuna işaret ediyor.

Bu çerçevede, özellikle, 2013 yılından itibaren devlet başkanlığı koltuğunda oturan Şi Cinping’in, neredeyse on yıla varan eko-politikalarını dikkatle incelemek gerekir. Yakın döneme kadar, özellikle de bu yılın başlarına kadar süreç, aslında bu şekilde işliyordu.

Bir başka deyişle, Çin ekonomik alt yapı projeleri özelinde gelişme gösteren ve kendi sınırından başlayarak Orta Asya üzerinden en uçta Doğu Avrupa’ya güneyde Myanmar, Bangladeş ve Pakistan’a Doğu Çin Denizi üzerinden güneye Batı Pasifiklere ve Doğu Afrika’ya değin uzanan kara ve deniz bağlantılarıyla eko-politikaları yeniden yapılandırma çabası içerisindeydi.

Kaldı ki, Pekin yönetiminin, bu ve benzeri stratejik yayıma ve genişleme politikalarında, bugün herhangi bir değişiklik olmadığı gibi, aksine yeni bölgeler ve ülkeler nezdindeki girişimleriyle bu yönelimini genişletmektedir.

Açık nükleer tehdit

Bilgi ve iletişim çağının zirvesinin yaşandığı bir dönemde, küresel sorunlar karşısında tek tek ulus-devletlerin ve bölgesel birliklerin çözüm merkezli çabalarından bahsedilse de, temelde eko-politik gidişatın bir çatışma evrenine doğru olduğu da bir gerçek.

Yaşanan gelişmeler ışığında örneğin, 2021 Ocak ile 2022 Ocak ayları arasındaki kıyaslamada, nükleer başlıklı füze sayısında Soğuk Savaş dönemi sonlarından bu yana ilk defa en yüksek orana çıkması küresel sistemde güvenden ziyade güvensizlik yer ettiğinin açık bir göstergesi olsa gerek.

Bu nükleer yarışta, Anglo-Sakson ülkelerinin lideri konumundaki ABD’nin karşısında ise yukarıda özellikle son on yılda eko-politik yeniden yapılaşmasıyla Batı’ya tehdit olarak öne çıkan Çin yerine Rusya’nın bulunması gayet önemli.

Bu iki ülkenin, yani ABD ve Rusya’nın küresel çapta nükleer başlıklı füzelerin yüzde 90’ına yakınını ellerinde bulundurmaları aslında, yazıda dikkat çekilen Soğuk Savaş döneminin aktörlerinin, gelişmeler karşısında bir şekilde yeniden konumlandıklarına işaret ediyor.

Buna ilâve olarak, Rusya’nın Doğu Avrupa’daki istilasının ardından, örneğin Kuzey Kore, İran gibi ellerinde nükleer silahlar bulunan ülkeler, yenilenen tehditler karşısında bu alandaki çabalarındaki haklılıklarına dikkat çekiyorlar.

Yaşanan bu gelişmeler, 1989’da Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra başlayan nükleer silahlardan arındırma ve küresel toplumun iklim değişikliği gibi ortak sorunlarının çözümü konusundaki çabaların akamete uğramasına neden oluyor. Tüm bu gelişmeler, günümüzde irili ufaklı tüm üyeleriyle küresel sistemin iyi yönetil/e/mediği anlamına geliyor.

LEAVE A REPLY