Mehmet Özay                                                                                              16.12.2021

Sömürgecilik olgusu üzerinde düşünmek ve araştırma yapmak, bir gücün bir başka yapı üzerinde, salt maddi egemenlik kurmasıyla sınırlı olmayan süreçleri, yapıları ve kurumları bir başka deyişle, büyük değişimleri anlamamıza elverecek veriler sağlar.

Ülkemizde sömürgecilik olgusunun ve süreçlerinin hakkıyla anlaşılabildiği iddiası sorgulanmayı hak etmektedir. Sömürgeciliğe doğrudan tanık olmamış; bununla birlikte doğrudan tanık olan coğrafyaları yerinde müşahade etmekten uzak kalmışlık hali nedeniyle, bu durum haklı görülebilir. Ancak akademi dünyasının, şayet varsa(!) araştırma dünyasının bu tür mazeretleri kaldırmayacağını vurgulamak gerekir.

Öte yandan, 1970’lerin post-modern süreçlerine eklemlenen sömürge sonrası (post-colonial) çalışmalarla tanışmış bir akademi ve aydın dünyasının, sömürgecilik olgusunu daha çok, dönemin siyasal ve popülist gelişmeleri çerçevesinde, Marksist eğilimler ile sınırlı bir şekilde algılama ve anlama çabası sergilediğini de söylemekte yarar var.

Hele hele, sömürgeciliği gayet farklı bir kavram olan emperyalizmle (imperialism) ile karıştırmak tarihsel gerçekliğin iğdiş edilmesinden başka bir işe yaramamaktadır. Oysa, sömürgecilik gayet kendinde, farklı ve ayrışık bir konu olarak ele alınması gereken bir konudur.

Sömürgeciliğe konu olan süreçlerin tetikleyicisi olarak birbirinden farklı olgular ileri sürmek mümkündür. Ancak bunları biraz daraltarak, Avrupa içi sorunlara/olgulara hasrederek ifade etmek gerekirse, karşımıza üç temel nedenin çıktığı görülür. Bunlar, coğrafi sıkışmışlık; demografi yapının hareketliliği ve tarımsal faaliyetlerin yetersizliği. Birbirine bağlı bu üç nedenin farklı bağlamlarda birbirini itmesi, birleşmesi gibi süreçlerle dışarıya yani yanı başındaki denizlere açılmaya sevk ettiği görülür.

Uzun bir tarihi sürece yayılan söz konusu sömürgecilik olgusu, Batı Avrupalı denizci milletlerin, ‘adına keşifler’ denilen süreçlerle diğer milletler üzerinde, her biri temelde birer paradigma olma özelliği taşıyan ticari/ekonomik, teritoryal yayılma, siyasal egemenlik, misyonerlik ve maceraperestlik gibi unsurları bünyesinde barındırır.

Örneğin, dini alana dair belirleyicilik İber Yarımadası’ndaki Portekiz ve İspanyolların Katolik Kilisesi ya da Papalık marifetiyle, Tortedillas Anlaşması’yla (1494) okyanuslara açılmaları, hiç kuşku yok ki, dini boyutun gayet erken dönemdeki yapıcılığına işaret eder. Papalık, Avrupa sınırları dışında meşruiyet arayışını böylece hayata geçirmeye çalışırken, hem kasıtlı hem kasıtsız veya bir niyetlenilmemiş sonuç (unintended consequence) olarak ticaretin alıp başını gideceği bir sürece evrilir.

Söz konusu ticaret eksenli gelişme gösteren sömürgecilik bünyesinde özellikle, erken dönemlerinde değiş-tokuş’un (barter), ardından kıymetli maden ve çeşitli banknotlarla devamlılık arz eden ilişkinin, ardından sermaye oluşumu ve bilimsel/endüstriyel gelişmelere paralel olarak teritoryal hakimiyete evrilen, birbirine eklemlenen yapılar üzerinde teşekkül etmiştir.

Bununla birlikte, Batı’da ve Batılılaşmış çevrelerde sömürgecilik dönemini 1498-1945 yılları arasında sıkıştırmamak, aksine daha da genişleterek örneğin, Osmanlı Devleti gibi unsurları da içerecek şekilde gündeme getirme çabaları söz konusudur. Ancak bu durum, gayet tartışmaya açık bir alana tekabül etmektedir.

Öyle ki, bir başka açıdan değerlendirecek olursak bu durum, Batı Avrupa sömürgeciliğinin neden olduğu yapısal kırılmaların, dönüşümlerin ve tarihsel bozulmaları (historical distortion) dindirmeye matuf bir durumu amaçlamaktadır. Bu noktada, örnekleri genişletecek olursak, kadim Çin’in Takımadalar ve Hint Okyanusu üzerinde, Batı Avrupa’nınkine benzer bir sömürgecilik kavramına sahip olmadığı, onun neden olduğu kırılmaları ve dönüşümleri hedeflemediği görülür.

Tam da bu noktada, bir Robinson Cruose ve Cuma (Friday) ilişkisi ile Portekizli D’Albuquerque ile Cheng Ho (Zheng Ho) karşılaştırması gayet yerinde olacaktır. Bir yanda, ötekileştiren, yok etmeye eğilimlerini saklamayan bir yapı; öte yanda, karşısındaki yok saymayan, aksine, tanımayı onunla birlikte karşılıklı mütekabiliyet üzerine inşa eden ilişki türüne rastlarız.

‘Keşif’ olgusu çarpıtması

Hemen burada ‘keşif’ olgusuna kısaca değinmekte yarar var. Temelde var olan toplumlar, bunların birbirleriyle yüzyılları bulan ve içinde ticaret/ekonomi, dini/kültürel vb. yapılarıyla ilişkiler ağının varlığı, Batı Avrupalı denizci milletlerin kendi bulundukları kıta dışına çıkmaları nedeniyle sadece, onlar adına bir ‘keşif’ bir bulgu anlamı taşır.

Yoksa, gidilen coğrafyalar özellikle de, ilgi alanımız teşkil eden, Hint Okyanusu ve çevresindeki Malay Takımadaları, Hindistan ve Çin bölgelerinde yaşam süren toplumların tarihsel ve geleneksel varlığı gayet yerli yerinde ve yapısal unsurlarıyla bütünlük arz ediyordu.

Söz konusu bu bölgelerin bilgisi örneğin, somut olarak Büyük İskender’in seferlerinden; Pliny’nin kaleme aldığı Natural History adlı eseri ve bazı diğer benzerlerinde bölge ticaret yollarından bahsetmesinden hareketle zaten bilinmekte olduğu; olsa olsa, aradan geçen süre zarfında özellikle de, Avrupa Ortaçağ karanlığının bu izleri silmesinin neden olduğu veya buna eklemlenen bir tür unutkanlığa konu olduğunu söyleyebiliriz.

‘Keşif’ olgusuna vurgunun bu noktada bilinçli ve kasıtlı olarak yapıldığını/vurgulandığını söylemek mümkün. Öyle ki, bu keşif ile birlikte, keşfedildiği varsayılan ve bir anlamda ‘nesne’ kabul edilen toplumlar üzerinde hakimiyeti sağlama, onları adlandırma/tanımlama/biçimlendirme vb. gibi süreçleri ortaya koyabilmenin yolu da açılmış olur.

Karşılıklı inşa süreci

Uzun sömürgecilik sürecinin, bir dizi yapılanmayı/inşayı ortaya koyduğu konusunda genel bir kabulün olduğunu söylemek mümkün. Ancak bu durum, tek yönlülük arz etmesi nedeniyle, aynı zamanda eleştiriyi de hak etmektedir. Öyle ki, metropol yani, sömürge ana yurdu/başkenti, çiftlik yani, sömürge topraklarını yönetme, idare etme, değiştirme, biçimlendirme vazifesini yerine getirmeyi kendine bir tür sorumluluk kabul eder. Böylece, ötekini inşa ettiğini gizli/açık ortaya koyar.

Bununla birlikte, söz konusu yapılanmanın/inşanın sadece, bir sömürgeci gücün sömürgeye maruz bırakılan toplumu dönüştürmesiyle bir üstlük/astlık; üstünlük/aşağılık (superiority/inferiority); özne/nesne (subject/object) ilişkisi olmadığını aksine, her iki tarafın farkında olunsun veya olunmasın/bilinçli veya bilinçsiz olarak, farklı dönem ve mekânlarda, birbirini etkileme gücünü, etkisini sergilediğini ileri sürebiliriz. Aslında bu yaklaşım bize, ortada oldukça karmaşık süreçlerin olduğunu hatırlatmaktadır.

Her ne kadar, sömürgeci güçler kendileriyle ‘öteki’ arasındaki böylesi bir ilişkiyi, zaman zaman bundan ferâgat eder gibi bir tavır sergilemişlerse de, özne-nesne çerçevesinde ele alma konusunda yatkınlık göstermişlerdir.

Ve bunu çeşitli vasıtalarla somut bir şekilde ortaya koymaya çalışmış olsalar da, aslında var olan gerçeklik; yeni veriler; metodolojik yaklaşımlar bize, ‘öteki’ denilenin nasıl kendinde bir yapıcılığı hem kendi üzerinde hem de, Batılı sömürgeci yapı üzerinde sergilediğine dair yaklaşımlar kazanmasına imkân tanımaktadır. Bu çerçevede, birbirini etkilemeye matuf bu tür etkileşimleri, ‘diyalojik ilişki’ olarak adlandırabiliriz.

Söz konusu karşılıklı inşada politik-ekonomi, bilgi üretimi, din gibi alanların işlev gördüğü ve değişime konu olduğu ortadadır.

Bu noktada birkaç örnek vermekte yarar var. Hint Okyanusunu çevreleyen topraklarda, Takımadalar coğrafyasında İslamlaşma sürecinin yenilenmesinin, gelişme kaydetmesinin, kurumsallaşmasının sömürgecilik süreçlerine paralel olarak yapılandırıldığını görürüz.

Öte yandan, Batı Avrupalı denizci ulusların, Hindistan’ın doğu ve batı sahil şeritleri ile Takımadalar bölgesinde uzun dönemli olarak sahip oldukları ticaret istasyonları/kargo merkezleri vasıtasıyla var oldukları, zaman zaman bölge ticaretinde bütüncül anlamda tekelcilik olmasa da, egemenlik tesis ettikleri hatırlandığında, bu süreçlerin Avrupa’ya taşınan sermaye, bilgi, kurumsallaşma gibi boyutlarını da içerdiğini söylemek gerekir.

Kapitalizmi tetikleyen/genişleten evren

Adına kapitalizm denilen ve ‘ticaret kapitalizmi’, ‘finans kapitalizmi’ gibi sermaye birikiminin sürdürülebilir bir nitelik kazanmasında ve kurumsallaşmasında ortaya çıkan aşamalar hiç kuşku yok ki, Avrupa’yı yeniden inşa eden politik-ekonominin temellerinde önemli işlevler görmüştür.

Bu noktada, büyük bir iddia olmakla birlikte, Atlantik ötesinin büyük ölçüde madenlerle sınırlı sömürge yapılaşması karşısında, Hint Okyanusu ve ötesinin hammadde, insan kaynakları vb. özellikleriyle daha belirleyici olduğunu ve Batı Avrupa’daki politik-ekonominin gelişmesine uzun erimli yarar(!) sağladığını söylemek mümkündür.

Burada Max Weber’in “kapitalizm”in kökenine dair göndermesine kısaca atıf yapmakta yarar var. Her ne kadar, tek bir nedensele indirgemediğini söylese de, bir tipoloji oluşturma adına kapitalizmin gelişmesinde bir başka deyişle sermayenin hızla çoğalmasındaki faktörü örneğin Amsterdam’daki dönemin Kalvinci tüccarlarının etik yaklaşımlarına bağlarken, sorulması gereken soru etiğin tek başına sermaye erişimine yol açmayacağı, aksine var olan ve/ya geliştirilmeye matuf bir ticaret evrenin varlığına ihtiyaç duyduğu gerçeğidir. Peki, bu yaklaşımı Weber’de görebiliyor muyuz?

Ya da başta Hollanda ve ardından İngiltere olmak üzere, erken dönem burjuva politik-ekonomi yazarlarının gündeme getirdikleri müteşebbislik, özel mülkiyet, para, değiş-tokuş vb. kavram ve süreçlerin nasıl olup da, dışardan bir unsur olmaksızın, kendine uygun zemini Avrupa sınırlılığı içerisinde bulabilmiştir?

Sömürgeci yapı bütüncül değil

Üzerinde önemle durulması gereken bir başka husus, genel itibarıyla birbirinden farklılık arz eden ve her sömürgeci yapı için ayrı ayrı değerlendirilmesi gereken unsurların/süreçlerin olduğu gerçeğidir.

Bu yaklaşım, bize belki de bazı çevrelerin kabul ettiğinin aksine örneğin, Batı Avrupa gibi denizci ulusların bulundukları coğrafyadan başlayan, dünya okyanuslarını aşarak farklı kıtalara ulaşan, birleşik bir emel ve hedef ile hareket eden yapılar olmadığını gösterir.

Aksine, söz konusu Batı Avrupalı denizci uluslar, zaman zaman ortak hareket etmelerinin yanı sıra, belki de çokça, Avrupa’da oluşan ve gelişme gösteren, içinde çatışmacı yaklaşımlarının da olduğu bir dizi toplumsal değişme ve bu yöndeki taleplerini sömürge topraklarına taşınmasına aracılık etmişlerdir.

Yukarıda dikkat çekilen tüm bu hususlar ve benzerlerinin acaba sömürgeciliğe maruz kalmış toplumlarda nasıl anlaşıldığı/karşılık bulduğu yazılı, sözlü ve/ya görsel malzemelerde nasıl sergilendiği konusu ise hâlâ üzerinde çalışılmayı beklemektedir.

LEAVE A REPLY