Mehmet Özay                                                                                              29.08.2018

Japonya’da siyasi liderlik olgusu Shinzo Abe yönetimiyle birlikte, son dönem küresel politikada öne çıkan uzun dönemli liderlik profiline uygun bir yapı arz ediyor. Yanı başındaki Çin’de Şi Cinping, Almanya’da Angela Merkel, Hindistan’da Narendra Modi, Malezya’daki son gelişmeleri doğru okumak kaydıyla Dr. Mahathir Muhammed ülkelerinde uzun erimli yönetimlere imza atarken, Japonya da Shinzo Abe ile bu listede yer aldığını ortaya koyuyor.

2017 yılı Ekim ayında yaptığı sürpriz erken seçimle, Abe iktidarını pekiştirme arzusunu gerçekleştirmeyi başardı. Abe’nin başında bulunduğu Liberal Demokrat Parti (LDP) ile küçük ortakığı Komeito partisi 465 sandalyeli mecliste 311 sandalye kazanarak üçte ikilik çoğunluğu elde etti.

Kamuyounda Abe karşıtı söylemlere ve eleştirilere rağmen, LDP’nin tıpkı 2012’dekine benzer bir siyasi zafer elde etmesi, Abe’nin geçen süre zarfında uyguladığı eko-politikanın başarısının bir göstergesi olarak değerlendirilebilir. Bu zaferler, Abe, başbakanlıkta üçüncü döneminde, 2021 yılına kadar iktidarda kalması en azından bugünkü şartlarda mümkün gözüküyor.

Bu gelişme,  belirsizlikler çağında güçlü ve istikrarlı bir hükümet çağrısında bulunan Abe’nin elini güçlendiren en önemli gelişmeydi. Bu siyasi zafer, aşağıda değineceğim üzere Abe’nin anayasa değişikliği gibi önemli süreçleri kolaylıkla yönetebileceğinin de işaretidir.

Güçlü lider güçlü ülke

Japonya Başbakanı Shinzo Abe’nin ülke yönetiminde 2012 yılından bu yana sergilediği liderliğini önümüzdeki döneme taşıma arzusunda. Abe’nin bu yönde bir kararı olduğu biliniyordu ve bu çerçevede, LDP tüzüğünde geçen yıl yapılan değişiklikle iki dönem başkanlık kuralının kaldırılması sürecin onun lehine işlediğini gösteriyor.

Ancak Başbakanlıkta devam için Abe’nin öncelikle parti içinde liderlik mücadelesinden yeniden zaferle çıkması gerekiyor. Abe bu yönde ilk adımı atarak 26 Ağustos’da parti başkanlığı için yarışacağını açıkladı. Bu bağlamda, 20 Eylül’de yapılacak parti seçimleri, Abe’nin hem parti içi hem de ulusal iktidar mücadelesinde önemli bir dönüm noktasını oluşturuyor.

Abe’nin parti liderliğini yeniden üstlenmesi onu, 2. Dünya Savaşı sonrasının en uzun süreli iktidarda kalan başbakanı kılacak. Parlamentoda çoğunluğu oluşturan LDP, bir kez daha Abe’yi başbakan olarak atayacak.

Küresel ekonomik mücadele

Bu sadece Japonya iç politikası için değil, küresel politika için de önem arz ediyor. 2000’li yıllarda küresel ekonomi sıralamasındaki ikincilik yerini kaybeden ve şu an ABD ve Çin’nin ardından üçüncü sırada bulunan Japonya hem ekonomik anlamda kalkınmışlıktaki eski günlerini arıyor, hem de Doğu Asya’dan başlayarak küresel siyasette bir güç odağı olduğunu kanıtlama uğraşı içerisinde.

Abe, 2012’de başbakanlık koltuğuna oturduğundan itibaren, sadece ülke ekonomisini eski günlerine döndürme çabasıyla değil, Çin ve Kuzey Kore gibi iki önemli komşu ülkenin doğrudan ve/ya dolaylı tehditkâr tutumlarına maruz kaldı. Bu ikinci gelişme, hiç kuşku yok ki, Japon liderin hem uzun süreli liderlik profilini geliştirmesine neden oldu, hem de bu süreçte ülkenin önünü açacak yeni politikalar ve vizyonları gündeme taşımasına olanak tanıdı.

Ekonomi alanında Japonya’nın önünü açacak en önemli gelişme hiç kuşku yok ki, Barack Obama döneminin en önemli küresel ekonomik açılımı olarak gündeme getirilen Trans Pasifick İşbirliği Anlaşması’ydı (TPPA). Bu anlamda, Abe’yi TPPA görüşmelerinin sürekli öncü ismi ve destekçisi olarak gördük.

Amerikan yönetiminde yaşanan değişimin ardından Donald Trump’un Amerikan orta sınıfını güçlendirme çabasına endeksli olarak içe dönüş ve korumacı politikaları nedeniyle TPPA’dan çekilmesine karşın Singapur’la beraber Japonya bölge ülkeleri arasında Amerikasız TPPA ve/ya alternatif bir ekonomi birliği oluşturma çabalarında ön aldılar.

Öyle ki, bu süreçte Abe, Trump’ın seçimi kazanmasının ardından ilk görüşme yapan lider olarak öne çıkması, ABD’yi daha doğrusu Trump’ı ikna etme anlamı taşıyordu. Ancak alternatif bir ekonomi bloğu olarak 16 üye ülkeli Kapsamlı Bölgesel Ekonomi Birliği (RCEP) anlaşmasında sona yaklaşılması kuşkusuz ki, Abe’nin ekonomi politikalarında önünü açacak bir gelişme olarak görülebilir.

Bölgesel tehditten küresel açılıma

Tabii, bu ziyaretin bir diğer önemli konusu ise, o dönem neredeyse dünya gündeminde tehditler bağlamında ilk sırayı teşkil eden Kore Yarımadası’daki nükleer savaş tehdidiydi. Kuzey Kore lideri Kim-Jong-Un’un birbiri ardı sıra gerçekleştirdiği füze denemelerinde füzelerin Japon Adaları’na ulaşma ve üstüne üstlük nükleer başlık taşıma kabiliyeti, Japonya’yı, ABD’nin bölgedeki en önemli müttefik konusunda olması nedeniyle birincil tehdit haline getiriyordu.

Bu tehditlere karşı Japon anayasasında ulusal ordu yapılanmasını belirleyen meşhur 9. Madde’nin revizyonu gündeme geldi. 2. Dünya Savaşı sonrasının Amerika önderliğinde yazılan anayasanın Japon ordusunun hareket kabiliyetini sınırlandıran bu madde, belki de arzu edilmeyen bir sonuç olarak Japonların ‘barışsever bir ulus’ oldukları imajının doğmasına ve gelişmesine neden oldu.

Ancak bugün gelinen noktada, barışseverliğin, ülke güvenliğini tehdit eden gelişmeler karşısında nasıl bir model oluşturulabileceği tartışmaları Abe yönetimini ordunun yeniden yapılaştırılmasına yöneltmiş gözüküyor. Abe, her ne kadar bu maddenin kaldırılmayacağını yeni bir madde eklenerek Japon savunma gücüne anayasal bir nitelik kazandıracağını söylese de, nihayetinde hedefte ordunun modernizasyonu ve ülke sınırları dışında hareket kabiliyetinin geliştirilmesi hedefleniyor.

Tabii, bu politikayı salt Japon iç politikası, gelecek vizyonu ile anlamlandırmak kendi içinde bir sınırlılığı barındırıyor. Gerek Abe’nin gerekse bu yönde görüşü olan Japon siyasetçilerinin ABD ile bu konuyu ele almadıkları söylenemez. Bu konunun bir başka vecheden ele alınması bize bu yönde bir fikir vermektedir. Öyle ki, ABD Başkanı Trump, başkanlık koltuğuna oturduğu günlerde Doğu Asya’daki müttefiklerinin ittifak ilişkilerinde salt ABD’ye dayanma politikalarını eleştirmiş ve bir anlamda Japonya’nın savunma kabiliyet ve kapasitesinin artırılmasının önünü açmıştı.

Bu politikaya, iç politikada ve kamuoyunda karşı çıkış olmadığı söylenemez. Ancak, geçen birkaç yıl boyunca yanı başında beliren tehditlerin ve bunların potansiyel olarak varlığını sürdürdüğü bir ortamda Abe yönetiminin, işler yolunda gitmesi halinde, bu anayasa değişikliğini 2020’de yürürlüğe koyması bekleniyor.

Bu gelişmeye Japonya’nın dünden bugüne bir değişimi olarak bakmamak gerekir. Özellikle 1989’dan sonra yani Soğuk Savaş yıllarının sona ermesiyle yeni dünya düzeni çerçevesinde değerlendirmek gerekir.

Bugün gelinen noktada, Çin’in sadece ekonomik kalkınmışlık noktasında göz kamaştırmadığı, aynı zamanda bu kapitalistik gelişmenin doğal bir sonucu olarak ortaya çıkan askeri yapılanmasındaki büyüme ve Doğu ve Güney Çin Denizi sorunlarının da ortaya koyduğu hedef genişlemesinin de neden olduğu görülmektedir.

LEAVE A REPLY