Mehmet Özay                                                                                                            14.04.2024

Müslüman toplumların geri kalmışlığı meselesinde ‘reform’ (reform) ve ‘kalkınma’ (development), iki temel parametre olarak karşımızda duruyor.

Özellikle, ‘İslami kalkınma’ denildiğinde akla, hiç kuşku yok ki, ekonomik kalkınma geliyor.

Bununla birlikte, bugünkü koşullarda, ekonominin hangi alanındaki faaliyetlerle kalkınmanın gerçekleştirileceği sorusuna cevabın, oldukça sınırlı bir şekilde ‘İslam ekonomisi’ başlığı altında yer alan, bankacılık ve finans sektörüyle sınırlandırıldığı bir noktaya gelindiğini söylemek yanlış olmayacaktır.

Reform ve kalkınma

İlk duruma yani, reform olgusuna bakacak olursak, -önceki yüzyıllar bir yana-, bu süreç, 19. yüzyıl şartlarında adına, reform/asyon (reform/ation) denilen ve daha çok dini yani, İslamı içerden değiştirme, dönüştürme ve var olan Batılı standartlar ölçeğinde adapte etme vb. çabası olarak görülebilecek bir duruma tekabül ediyordu.

Bu sürecin belirleyici olan aktörleri, hiç kuşku yok ki, alimler ve düşünürlerdi.

20. yüzyıl ikinci yarısında, adına ‘yeniden dirilişçilik’ veya ‘dirilişçilik’ (revivalism) denilebilecek bir olgunun ortaya çıkması bir anlamda, önceki yüzyılın reform çabalarının devamı niteliğindeydi.

En azından böylesi bir intiba uyandırıyordu.

Bir başka ifadeyle söylemek gerekirse, 19. yüzyıl bağlamındaki ‘reform’ çabası, yeni durumda, akademi ve düşünce merkezleri olarak adlandırılabilecek yüksek öğretim ile çokça, edebiyat ve düşünce çevrelerinde yani, sivil oluşumun ağırlığını üzerinde taşıyan çevrelerce devam ettiriliyordu.

Islami/ekonomik kalkınma!

20. yüzyıl ikinci yarısında gündeme gelen ve gizli/açık, “İslami kalkınma” da olarak adlandırılabilecek olgu, ulus-devletlerin varlığına paralel olduğu gibi, genel itibarıyla “ekonomik kalkınmacılık” teması ve de vurgusu bağlamında ortaya çıkıyordu.

Bir başka ifadeyle söylemek gerekirse, 20. yüzyılda, Müslümanların kahir ekseriyetini teşkil ettiği, tek tek ulus devletlerin ortaya çıkması, kalkınma konusunda yeni söylemlerin gündeme gelmesine yok açtı.

Bu noktada, sürecin, ulus-devlet merkezli (nation-state-centric) bir bağlama oturmasıyla, önemli ölçüde belirleyicilik, devlet mekanizmasi veya bürokrasisi elinde somutlaşmaya ve gelişmeye başladığını söylemekte yarar var.

‘İslami’ kavramı özellikle ve de ısrarla kullanılmasa da, halkın kahir ekseriyetinin Müslüman olduğu toplumlarda ortaya konulan kalkınma hamlelerinin, gizli/açık Müslüman toplumu var olduğu ekonominin alt skalalarından kurtaracak bir fenomenle ilişkililiği belirgindir.

“Ağır sanayi” teması

Gündeme getirilen kavramlar arasında, kalkınma başat ve üzerinde konsensuse varılmış bir olgu olarak dikkat çekerken, belirleyici odak, “ağır sanayi hamlesi” vurgusuyla ortaya konuyordu.

1970’lerin “ağır sanayi hamlesi” söylemiyle akıllarda yer eden süreç sadece, birkaç ülkede değil, aksine halkının kahir ekseriyeti Müslüman olan neredeyse, tüm toplumların hedefleri arasındaydı.

Bu gelişme yani, Müslüman nüfusun ağırlıkta olduğu Fas’tan Endonezya’ya değin ulus-devletlerin, ağır sanayiye ulaşma hedefleri, Müslüman toplumların ekonomik geri kalmışlığının doğrudan bir yansımasıydı.

Bunun gayet ve basit ve anlaşılabilir bir nedeni bulunuyor…

O da, söz konusu bu toplumları geri bıraktıran olgunun bir başka ifadeyle “ağır sanayi” hamlesinin kendini sanayi devrimiyle birlikte ortaya koymuş olmasıdır.

Gerek, sanayi hamlesine giden süreç ve gerekse de, bu sanayi hamlesini sürdürülebilir kılan süreç her halükârda, kahir ekseriyeti Müslüman olan topraklar üzerinde gerçekleştirilen sömürgecilik süreçleriyle doğrudan bağlantılıdır.

Bu nedenledir ki, “ağır sanayi hamlesi” söyleminin sadece birkaç ülkede değil, Fas’dan Endonezya’ya kadar ilgili tüm ülkelerde sanayi yatırımlarının gündeme getirilmesi ve plânlama süreçlerinde öncelikli yer verilmesi buna dayanmaktadır.

Kalkınma olgusunun, “ağır sanayiye” ulaşma hedeflerinin dışında ve ötesinde, 1970’lerden itibaren petrol gibi küresel öneme sahip bir kaynakla bağlantısı, bu sürecin sınırlı, bölgesel ve sadece, Müslümanları ilgilendiren bir boyutunun ötesine taşmasındaki en önemli faktörlerden biriydi.

Söz konusu ağır sanayi kavramını dile getiren liderlerin, petrol rezervleri zengin ülkelere mensup olmadığı da, bir detay olarak kenara not edilmelidir.

İki aşamalı dönüşüm

Giriş’te dikkat çekmeye çalıştığın iki temel parametre arasında yaşanan dönüşümde iki basamak göze çarpıyor…

İlki, reform olgusundan kalkınma olgusuna doğru olan dönüşümdü.

İkincisi ise, reform olgusunun taşıyıcıları olan alimler çevresi, düşünürler ve entellektüellerden kalkınmayı öncelleyen ve bunu, plânlamadan uygulamaya değin yönetimi elinde tutmayı hedefleyen ve bu anlamda, bir tekel oluşturan bürokrasiye kaymasıydı.

Dini ve düşünce boyutundaki reformdan, Müslüman toplumların dönüşüm sürecini ekonomik kaynaklar üzerinden değişime sevk eden süreç, aslında bir paradigma değişimine işaret ediyordu.

Yerelden küresele

19. yüzyıl çerçevesinde her ne kadar, adına reform denilen süreçlerin lokomotifi olan isimlerin, bugünden bakıldığında küresel bir etkiye sahip olduklarını iddiası olsa da, temel dinamikler noktasında, yerel ve bölgesel kaldıklarını söylemek yanlış olmayacaktır.

Öte yandan, 20. yüzyıl ikinci yarısında gündeme gelen şu veya bu şekilde, İslami kalkınma eksenli söylem ve bunun düşünce, yasal, teknokratik ve bürokratik süreçleri ulus-devlet sınırlarına hapsedilmişliğiyle dikkat çekiyordu.

Bu yeni dönemde, İslami veya İslamcı kalkınma perspektiflerinin, tüm sosyolojik kurumlar ekseninde bütüncül bir kalkınmacılıkla ilişkilendirilmesinden ve bu yönde politikalar geliştirilmesinden ziyade, bu süreçte önemli bir kayma daha yaşandı.

O da, Ortadoğu eksenli petrol zenginliğinin gündeme gelmeye başladığı, 1970’li yıllardan bu yana gelişmesi ve İslami kalkınmacılık olgusunun, İslam ekonomisi olgusuyla sınırlandırılması olmuştur.

Müslüman toplumu dönüştürmenin formülü olarak, ağır sanayi hamlesi ve İslami kalkınma kavramları yerini, ‘İslam ekonomisi’ne bıraktı. Bu değişim ve dönüşümün sağlık dereceği üzerinde ciddiyetle durulmaya değerdir.

Bu durumda, bazı çevreler, “ekonomik kalkınma öncellenerek, diğer sosyolojik kurumlar üzerinden genel toplumsal dönüşümlere yol bulunabilecek tezini” ileri sürebilirler.

Ancak, var olan değişim süreçlerine bugünden baktığımızda, arzu edilen değişim ve dönüşümlerin Müslüman toplumların ‘rayından çıkmışlıkları’ karşısında geçerliliği sınanmış ve başarısız olmuş tezler kategorisi içerisinde sayabiliriz.

LEAVE A REPLY