Mehmet Özay 10.11.2020
Amerika Birleşik Devletleri’nde (ABD) seçimlerin kesin sonuçları açıklanmamakla birlikte, genel eğilim Demokratlar’ın seçimi kazandığı yönünde. Bu süreçte, kesin sonuçların açıklanması beklenirken, Demokratlar sevinci, Cumhuriyetçiler hüznü benimsemiş görünüyorlar.
Oyların birbirine yakın olması, kaybettiği belirtilen Donald Trump’un gayet zinde ve güçlü bir toplumsal desteğe sahip olması aslında, Amerikan toplumundaki ayrışmanın ve kırılmanın göstergesi olarak dikkat çekiyor.
Bu çerçevede, 8 Kasım seçimleri ABD’de sıradan bir seçim olmanın dışında anlamlar taşıdığı her geçen gün giderek daha güçlü ifadelerle kendini ortaya koyuyor. Seçim sonrası Demokratlar’ın kutlamaları kadar, kaybedilen seçime ağlayan Cumhuriyetçiler ABD’de ortaya çıkan çatışmacı siyasal yapının sembolik ifadesi olarak dikkat çekiyor.
Kimileri tarafından, neredeyse tarih yapan seçim olarak da adlandırılan gelişme, aslında bu tanımlamaya karşılık gelecek şekilde ABD’de siyasal ve toplumsal değerlerdeki önemli bir aşınmaya uğradığına işaret ediyor.
Siyaset çevrelerine bakıldığında bu aşınmanın nedeni olarak hedefteki isim Donald Trump olsa da, bunun ardında daha büyük etkenleri, aktörleri ve yapıları görmek gerekiyor. Bu noktada örneğin, 70 milyon ABD vatandaşının Trump’a oy vermiş olması ve bu desteğin sıradan politikalar üzerinden değil, tastamam ideolojik temellere dayanması bunun göstergelerinden biridir.
Büyük bir iddiaya veya genellemeye yol açmayacak şekilde ifade etmek gerekirse, Kuzey Amerika’da ve Batı Avrupa’da yaşanan krizin ABD’de tezahür etmiş bir yönelimi ile karşı karşıya küresel kamuoyu.
ABD’nin tek bir etnik yapıdan müteşekkil olmadığı, aksine etnik yapılar kompozisyonu olarak önem kazandığı ve bu kompozisyonun ABD bağlamında oluşturduğu bir ortak değerler ve ilkeler etrafında kaynaştırma ve erime potası olarak yapısallaştığı darbı-mesel olmuş bir husus.
Son dört yılda Trump rejiminin ortaya koyduğu ve özellikle de, dış politika bağlamında kendini ortaya koyan gelişmelerin giderek iç politikada yansımasını bulması, ayrıştırıcı dilin uluslararası ortamdan ulusal boyuta, bir başka deyişle dıştan içeriye doğru evrildiğini ortaya koymaktadır.
Burada bir tek aktör, diyelim ki Çin’le yaşanan çatışmacı yaklaşımdan ibaret olmayan aksine, Güneydoğu Asya, Doğu Asya, Ortadoğu ve Batı Asya hatta ve hatta Batı Avrupa ile kuzeydeki komşusu Kanada’yı karşısına alan bir ABD siyasi yapılaşmasına tanık olundu. Tüm bu ekonomik ve siyasal çatışma unsurlarında belirleyici yönü, serbest piyasa ekonomisi ile küresel demokratikleşme konusunda zaafiyetin giderek derinleşmesi oluşturuyordu.
Küresel kapitalizm ile bu ekonomi rejiminden bağımsız ele alınmayan liberal-demokratik değerlerin tekelini elinde bulundurduğu yönünde gizli/açık yaklaşımlara sahip olan ABD siyaseti, Trump rejimi vasıtasıyla bunun kendi içine dönük yıkıcı boyutunu tecrübe etti.
Sadece, son aylarda gündeme gelen Afrika kökenli Amerikalıların maruz kaldıkları belirgin şiddet ortamını hatırlamakla sınırlandırılamayacak bir dışlayıcılık ortamının hakimiyeti söz konusudur.
Öyle ki, kendi içine kapalı, metropollerin belirli mahallelerinde ve bölgelerinde yaşam süren farklı etnik yapılar ile bu yapıları eğitimde, sağlıkta, istihdamda yani kısaca temel toplumsal ve ekonomik yaşam koşullarında karşısına alan beyaz, Protestan, orta-sınıf Amerikalı ayrışması, bugün ülkenin biricik gerçeği görünümünde.
Bütünlüklü bir yapı olarak değerlendirilmesi mümkün olmayan Afrika kökenli Amerikalıların, Joe Biden’ın seçimi önde götürdüğü söyleminin sürdüğü ilk saatlerde Biden ile Trump arasında pek bir farkın olmadığı yolundaki açıklamalar dikkat çekicidir. Bu durum, siyaset dili ve politik felsefi dayanakları noktasında ayrıştığı izlenimi veren iki başkan veya iki siyasi partinin Afrika kökenliler açısından aynı yerde konuşlandırıldığına işaret etmektedir.
Tam da bu noktada, ABD’deki seçimi tarihsel bir gelişme Demokratlar açısından bakıldığında, bir dönüm noktası kabul etmenin ardında böylesi bir gerçeklik bulunuyor.
Ancak daha önce de ifade ettiğimiz üzere, ABD’nin yaşamakta olduğu toplumsal krizin ardında, çok daha büyük düşünce yapılarının kendini artık ifade edememesinin rolü bulunuyor.
Bugünden yarına, Trump’a atfedilecek kötülüklerle geçiştirilecek bir durum olmadığı, aksine onun ardında var olan ve geniş ABD toplumun saran çelişkileri tetkik etmek gerekiyor.
Bu çerçevede, kapitalizmin bir politik-ekonomik olarak temellerini atan isimlerden Adam Smith’in kapitalizmin açmazlarıyla mücadelede ‘moral’ değerler, eğitim, sivil toplum konusundaki yapılaştırıcı söyleminin şu anki, ABD toplumundaki parçalanmışlığı gidermeye ne denli yarayıp yaramayacağı konusu tartışmaya açıktır.
Hiç şüphe yok ki, ABD sayılan bu kurumsal yapılar yani moral değerler, eğitim, sivil toplum vb. noktasında dünyanın sayılı ülkeleri arasında yer alırken, tam da bu noktada büyük bir çelişkinin yaşanmasına neden olacak toplumsal yarıklarla ve kopmalarla karşı karşıya olduğu gibi, bunları onaramama riski ile de nasıl yüzleşebileceğine vurgulamak gerekiyor.
Seçimin ardından çeşitli eleştirel politik söylemi gündeme taşıyan isimlerin, yeni başkan Biden’ın “dünyayı onarma” metaforuna kısmen hak verilebilir.
Yukarıda dikkat çekildiği üzere, Trump’ın daha 2016 seçim kampanyası sürecinde gündeme getirdiği uluslararası ilişkileri sarsacak açıklamalarına, 2017 başında yani başkanlık koltuğuna oturmasıyla hayatiyet kazandırmasının etkisi, dördüncü yılın sonunda ABD iç siyasetinde kimlik temelli ayrışmadan fiziki şiddete kadar varan kamplaşmaları ortaya çıkarmıştı.
Bugün, Biden’in 2021 yılı başında başkanlık koltuğuna oturmasıyla, başta Çin ve Asya-Pasifik bölgesiyle ilişkileri onarma yönünde atacağı adımların ABD iç toplumsal sorunlarına çare olabilecek bir yansımasından bahsedilebilir.
Söz konusu bu dış-iç metaforik ilişkiden başka ve çok temelli olarak, kapitalizmin merkezi hükmündeki ABD’nin tecrübe etmekte olduğu sistemik sorunlara ciddi olarak eğinilmedikçe sadece ABD’nin değil, kapitalizme kapı aralayan diğer ulus-devletlerin de benzer çelişkilerle karşı karşıya kalacağına hesaba katmak gerekiyor.