Mehmet Özay                                                                                              18.10.2020

Paradigma kavramı, 20. yüzyıl ikinci yarısında akademi dünyasının gündemine kayda değer bir şekilde girmiştir. Bununla birlikte, bu kavramın gönderme yaptığı anlam, insan toplumlarının ilişkilerinin yapılaşmasında değişim süreçleri bağlamında, geçmişte de gizli-/açık var olan bir değişim olgusuna işaret etmektedir.

Bununla birlikte, klasik anlamda kabul edildiği üzere, sosyal bilimlerin ‘bilimsellik’ özelliğinin,  öncelikle fizik, kimya, biyoloji gibi fen bilimlerine dayanması, salt araştırma süreçlerinde uygulanagelen yöntemleriyle değil, aynı zamanda bunların yol açtığı değişimler noktasında da bir tür benzerlikten söz edilmektedir.

Bu ifade, fen bilimlerinde “çığır açan” olarak da adlandırılan önemli bir dönüşümü ve değişimi akla getirmektedir.

Fen bilimlerinin önceliği

Ancak bu iki temel alanda görülen paradigma değişikliği birbirinden gayet farklılık taşımaktadır.

Öyle ki, fen bilimlerinde paradigma değişikliği, doğal çevre üzerinde oluşan ve bunun zamanla, insan toplumları üzerinde örneğin üretim ve tüketim alışkanlıkları, araç gereç icadı vb. üzerindeki etkisiyle bir başka deyişle, maddi yansımasıyla ortaya çıkmaktadır.

Oysa, sosyal bilim alanlarındaki paradigma değişimleriyle, toplumsal yaşamın tekil boyutlarından kurumsallıklara ve hatta bunun da ötesinde, düşünce yapılarına kadar olan etkisi söz konusu edilmektedir.

Sosyal bilimlerin ‘bilimsel’ alanlar olarak ortaya çıkmasından ve böylesine kayda değer bir özellik kazanmasından önce, insan toplumlarının genel itibarıyla ‘kültür’ kavramı çerçevesinde kendini ortaya koyan, içinde folklordan maddi çevreyle ilişkilere ve tüm bunların neden olduğu düşünce yapılarına ve araç gereçlerin icadına kadar, farklı toplumsal boyutları içeren bir bütünlükten söz etmek mümkün.

Değişim olgusu

Adına modern denilen toplumlardan farklı olarak, geleneksel toplum olarak nitelendirilen söz konusu bu toplumsallıkların gerçeklik ile ilişkilerinde sürdürülebilirlik özelliği kadar, modern toplumlarda olduğundan görece daha az da olsa, değişim süreçlerine konu olduğu ortadadır.

Aksine, modern dönem sosyologlarının genellemelerini ‘gerçeklik’ noktasına taşıyarak, geleneksel toplumları değişimden azade bir yapı olarak kabul etmek mümkün değildir.

Bu durum, aynı zamanda değişim olgusunun insan ve insan toplumlarının temel karakteristiği olduğunu ortaya koymaktadır.

Geleneksel toplumlarda değişim olgusu ve bu bağlamdaki gelişmeler inkâr edilemezken, bunların nasıl ve hangi koşullarda gerçekleştiği hususu ve modern toplumlardan nasıl farklılaştığı konusu ancak farklı görüşler ortaya konularak anlaşılabilir.

Paradigma ve/ya teori

Bu noktada paradigma, sosyal gerçeklikleri tarif etme, anlamlandırma, yeniden yapılandırma vb. gibi boyutlarıyla hiç kuşku yok ki, belirleyicilik özelliğine sahiptir.

Her ne kadar, paradigma ile teoriyi birbiriyle örtüştüren yaklaşımlar olsa da, bir paradigmanın çoklu yöntemleri ve yaklaşımları içinde barındırdığı konusunda da bazı görüşlerden bahsetmek mümkün.

Her halükârda, bir alanda karşımıza çıkan paradigmanın, mevcut çalışma alanında yeni bir bakış açısını ortaya koyduğuna kuşku bulunmamaktadır.

Thomas Kuhn’un “The Structure of Scientific Revolutions” çalışması ile gündeme gelen ve aynı zamanda sosyal bilimlerdeki değişimleri de anlamlandırma konusunda önemli bir etkisi olan paradigma kavramı, eserin başlığının da ortaya koyduğu üzere, bilimsel çalışmaların birer devrim hükmünde olabileceğine işaret etmektedir.

Paradigma oluşum süreçleri, “paradigma öncesi” (pre-paradigm) ile başlayıp bir paradigmanın ortaya konulması ve bunun kabulü ile “normal bilim” aşamasına geçişi; ardından, mevcut paradigmanın ilgili alanda bir çözüm olarak varlığının sona ermesi şeklinde zuhur eden “bozukluk” (anomaly) ve kriz halinin neşet etmesi ve nihayetinde yeni bir paradigma ile ilgili alandaki soruna, olguya cevap bulunması noktasında, yeni bir paradigmanın geliştirilmesine işaret etmektedir.

Temel itibarıyla bakıldığında, bir döngüye işaret eden bu yapı, aynı zamanda bir teori oluşum sürecinden farklılık arz etmediği görülmektedir.

Toplum bilimlerinde paradigma   

Toplum bilimlerinde paradigma teşekkülünün, fen bilimlerinden farklılaştığına vurgu yapılmalıdır. Fen bilimlerinin maddi çevre/doğa üzerindeki deneyleri, değişen maddi şartları anlama çabaları, tecrübelerinin ötesinde, toplum bilimlerinin bizatihi insanla ilgili ve insan toplumlarını bağlayıcı durumu, paradigma geliştirme süreçleri varoluşsal bir duruma işaret etmektedir.

Bu aşamada, bir paradigma geliştirilmesinin, farklılık arz eden toplumsal yapılaşmalar gerçekliğinde, çoğul paradigmaların oluşumuna işaret ettiği göz ardı edilmemelidir.

Araştırma faaliyetlerinin önemine gizli/açık yapılan vurgu dikkat çekerken, bir tekrar olmakla birlikte, araştırmaların gerçekleştirildiği farklı toplumsal yapıların bize farklı paradigma oluşumlarına imkân tanıyacağını unutmamak gerekir.

Bununla birlikte, paradigma oluşumuna giden süreçlerin nasıl işleyeceği konusu da önem arz etmektedir. Bu noktada, bir tek bilim adamının sınırlı çalışmalarının paradigma oluşumuna zemin hazırlamasından söz etmek mümkün değildir.

Aksine, uzun ve sürdürülebilir bir araştırma sürecinin ve de bir grup araştırmacının aynı olgu ve/ya olgular üzerinde aynı/benzer yaklaşımları sergilemeleriyle bir paradigma oluşumu gerçekleşebilmektedir.

Yukarıda dikkat çekilen fen-sosyal bilimler paradigma farklılaşması ile bizatihi paradigma olgusunun, Kuhn’un ifadesiyle ‘devrimci’ niteliği kuşkusuz ki varlığını sürdürmektedir.

Bununla birlikte, hangi toplumsal yapının ne tür olguları “sorun” kabul ettiği, bunlara karşı ne tür bir paradigma ürettiği ve bu üretim sürecinin tüm toplumları ne tür bir bağlayıcılıkla etkilediği soruları üzerinde düşünülmelidir.

Farklı toplumsallıkların farklı sorunları doğuracağı gerçeği veya insan olmanın getirdiği özelliklerle, aynı toplumsal olgular içerisinde var olan bazı yapıların sorun değil “normal” işaret edeceği akılda tutulmalıdır.

LEAVE A REPLY