Mehmet Özay 31 Ocak 2011
Büyük Ortadoğu sınırları içerisinde yer alan Kuzey Afrika’da başlayıp, Mısır örneğinde Ortadoğu’nun kalbinde devam eden toplumsal kaos ortamı dünya siyasi çevrelerinde biraz da hayretle izlenmeye devam ediyor. Söz konusu coğrafyanın İslam medeniyet ve kültür havzasını oluşturması nedeniyle bu süreç Müslümanlarca çok daha dikkatli ve yakından ele alınmayı zorunlu kılıyor. Konuyu salt ekonomik nedenlerden hareketle bir çapulcu hareketi olarak görenler kadar, yaşananları bir ‘devrim’ boyutunda değerlendirenler de yok değil. Bu gelişmeleri nasıl okuyacağımıza dair görüşlerin çeşitliliği, gelişmeleri her boyutu ile değerlendirmeye olanak tanıdığı için olumlu karşılanmabilir. Ancak yaşananların tarihi kökleri olduğunu ve sadece söz konusu toplumsal ayaklanların gerçekleştiği birkaç ülke ile sınırlamak görüş alanını daraltan ve bütünü görmeyi engelleyen bir yaklaşım olacaktır. Bu nedenle tarihi perspektiften başlayarak, 20. yüzyıl boyunca gerek Batılı gerekse doğulu ülkelerle gerçekleştirilen ilişkiler kadar, Müslüman Arap toplumlarının temsilcisi konumundaki örgütleri de kapsayacak bütüncül bir ele alışa ihtiyaç var.
İslam dünyasının kimi bölgelerinde 19. yüzyıl ikinci yarısı, kiminde 20. yüzyıl başlarından itibaren ortaya çıkan ve II. Dünya Savaşı ile hız kazanan özgürlük mücadelelerinde sürekli ön plânda yer alan, aralarında geleneksel alimlerin de bulunduğu Müslüman önderlerin kutlu mücadelelerine rağmen, gerek iç gerekse dış faktörlerce saf dışı edilmeleri ile yerini başka siyasi aktörlere terk etmek zorunda kaldı. Uzantıları bugüne kadar gelen bu siyasi aktörlerin varlığı Batı ile hesaplaşmayı değil, Batılılar eliyle Batı siyasi ve ekonomik sistemine eklemlenmeyi öncelleyen bakış açısı ile 20. yüzyıl ikinci yarısında ezilen halklara ‘rehberlik’ etti (Allan M. Findlay 1994: 18-9).
Askeri rejimler kadar, uygulamalarda onlardan geri kalmayan siyasi egemenlerin varlığı, Arap ülkelerinin de içinde yer aldığı, doğusu ve güneyi ile dünyanın yoksullaştırılmış, geri bırakılmış halklarında sürekli bir ümitsizlik ve kaos ortamına neden olan önemli faktörler olarak modern döneme imzasını attı. Soğuk Savaş yıllarında ABD ve Sovyetler Birliği modernleşmeci kalkınma teorileri ile bir yanda Amerikan önderliğindeki her vechesi ile Batılı ajanslar, öte yandan Rusya önderliğindeki komünist blok yanlısı örgütlerin varlığı, adını dahi kendilerinin koyduğu Üçüncü Dünya denilen doğu ve güney halklarının kaderi üzerinde belirleyici rol oynadılar. Kalkınma adına Batının ideolojik “aparatı” kapitalizme eklemlenmenin en önemli ayağı olan endüstrileşmeye odaklanan, bununla birlikte, halkların sosyal ve kültürel zenginliklerini göz ardı eden ve milliyetçiliği kışkırtan yeniden yapılanmacı modeller kendi kukla devlet başkanlarını ve hükümetlerini “tam zamanlı” yürürlüğe koydular. 1991 yılında Batının tasfiyesini uygun gördüğü Sovyet Bloku’nun çöküşünün ardından, aslında tam da Müslüman toplumların ağırlıkta olduğu doğu ve güney halkları için diriliş ruhununun ortaya çıkışına vesile olacağı öngörülüyordu. Ancak Batı ideolojisinin belirleyici aktörleri bu halklar üzerindeki baskın faktörler olmaya devam ettiler.
Bugün Kuzey Afrika, Ortadoğu bağlamında görülen sivil ayaklanmalar içerisinde İslami unsurları barındırdığı kadar, sosyo-ekonomik geri bırakılmışlığa isyan eden sıradan bireylerin birbirine eklemlendiği birarada güç gösterisi olarak dünyayı şaşkına dönüştürmüş durumda. Bu ülkelerin halkları tarih boyunca çeşitli İslam sultanlıkları altında yaşamış, ardından sömürgeciliğin ve emperyalizmin yıkıcı-bölücü varlığı ile kimliklerinden, ait oldukları kültür evreninden uzaklaştırılma projelerine konu edilmişlerdir. Her ne kadar, bu süreç kültürel dejenerasyon ve sekülerleşme ile tanımlanan süreçlere tabi olsa da, Batılı sömürgecilerin gözünde “oryantal yerli” hep ikinci sınıf vatandaş statüsünde yer almıştır. Kültürel emperyalizmin kendi sınırlarına çektiği ve yerleştirdiği azınlık elit kesim ise, sahip olduğu dünyevi-materyalist unsurların hazzı ile ardında bıraktığı kitlelerin varoluş iklimine yabancı kaldığı gibi, Batının sadece siyasal değil, kültürel yönetim aparatı olarak söz konusu coğrafyalarda işlev görmüştür. Kimi yorumcularca bugün Tunus özelinde ortaya konan “güçlü bürokratik yapı”ya sahip bu ülkeler, Batının modernleşmeci güçlerinin katkıları ile oluşturulan bu bürokrasi marifetiyle halkları üzerinde baskılarını sürdürebilmektedirler. Baskıların ve zorbalığın, modernleşmeci güçlerin varlığı ile halkı Müslüman olan ülkelerde tesis edilen bürokrasinin varlığı arasındaki diyalojik ilişki şeklinde on yıllarca varlığını sürdüregeldiği bugün daha net okunabilmektedir.
İşte bugün Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da yaşayan ve doğrudan siyasi yönetim çevrelerini hedef alan sivil tepkilerin kökeni yukarıda dile getirilen süreçlerin birer devamı olarak anlaşılmalıdır. Söz konusu bu coğrafyada yaşayan halklar, 20. yüzyıl ikinci yarısında Arap Birliği ve İslam Konferansı Örgütü gibi gerek Arap ülkelerinin siyasi birliğine ve gerekse ve özellikle de Filistin’de yaşayan gelişmelerin doğal ve zorunlu bir sonucu olarak siyasi ağırlığı öne çıkan uluslararası kurumlar olarak aktörlüğe soyunmuştur. Peki bu kurumlar, kuruluş sebeplerini teşkil eden siyonist zulmü karşısında sağlıklı bir duruş sergilemişler midir? Adı 2009 yılına değin Arap Ligi olan Arap Birliği’ni temelde sömürge döneminde bir İngiliz projesi olup her ne kadar o dönemde hayata geçirilemese de, Cemal Abdül Nasır tarafından yeniden gündeme getirilmiş ve somut bir proje haline dönüştürülmüştür. Peki Arap ülkeleri -ki burada Arap derken, toplumsal anlamıyla Müslüman bir kitleye atıfta bulunulduğu aşikardır- ümmetin önemli bir parçası olan halklarına ne kadar değer vermiştir? Ekonomik ve toplumsal refahtan ne ölçüde bu kitleyi faydalandırmıştır? Yoksa Batının veya Doğunun birbirleri ile “kurgulu” mücadelelerinde birer araç olarak mı kalmışlardır? Üstüne üstlük siyasi diktatörlüklerini Filistin üzerinden halklarına kanıksatmayı mı seçmişler ve bunu bile isteye kullanmışlardır? Yani Filistin’e ve Filistinlilere verilen sözde desteklerle Arap halklar “uyuşturulmuş” mudur? Tam da bu noktada, Ürdünlü bir dostumun Arap devletlerinde azımsanmayacak sayıda devlet başkanının Yahudi kavmi ile akrabalık bağına değindiğini hatırlıyorum. Elbette bunu teyit edecek siyasi ve objektif tanıklarım -en azından şimdilik- yok. Ancak Filistin
lilere insani yardımı bile güvenlik sorunu olarak gören Ürdün gibi bir ülkenin vatandaşından işittiklerim yaşananları destekler mahiyette, en azından olumsuzlamamaktadır.
lilere insani yardımı bile güvenlik sorunu olarak gören Ürdün gibi bir ülkenin vatandaşından işittiklerim yaşananları destekler mahiyette, en azından olumsuzlamamaktadır.
İslam İşbirliği Teşkilatı’na (İİT), eskinin İKÖ’süne gelelim… Bugünlerde “reform ve rönesans” sürecinin ilk yarısını -beş yılını- tamamlayan bu örgüt, 40 yıldır dünya Müslümanlarının temsilcisi sıfatını taşımakla birlikte acaba Arap Birliği’nden geri kalır yanı var mıdır? Hemen burada benzerlik kurma adına şu gerçeğe değinelim. Temelde Bosna Savaşı ile birlikte başlayan süreçte, daha çok da ABD’nin Irak’ı işgali ile birlikte Birleşmiş Milletler’in vadesini doldurduğu yönünde çok şey yazıldı çizildi. Yani BM’nin ABD’nin kulluğunu yerine getiren bir siyasi “aparat” olduğunun dünya halklarının gözleri önünde tanıklığı Bosna Savaşı ve ardından Irak işgali ile tarihe geçti. Peki, Filistin davası adına yola çıkan İİT’nin geçen 40 yıldaki varlığı Filistin ve ötesinde İslam ümmetini temsili gerçekleştirebilmiş midir? Söz konusu örgütlerin üyeleri olan ve özellikle İİT’de çoğunluğu teşkil eden Arap ülkelerinin siyasi bağlılıkları dikkate alındığında siyonist rejim ve uzantılarının varlıkları karşısında sadece Filistin halkının değil, İslam ümmetinin onurunu koruyacak politikalar ve eylemler geliştirmelerini beklemek güçtü ve öyle de oldu. Siyasi kariyerlerini ve mevcudiyetlerini kendi halklarından değil, dış güçlerden alan bu kurucu ve yönetici elitin İslam ümmetinin siyasal sorunlarına çözüm bulacak kararlılık ve yönelimlerden çok uzaktılar ve halen uzaklar. Peki, bu noktada “her şeyi siyasete bağlamakla hata yapıyorsunuz” gibisinden yöneltilecek bir eleştiri varsayımından hareket edersek, şu soruyu soralım hiç olmazsa: Söz konusu rejimlerin Müslüman halkların sosyal ve kültürel refahı ve kalkınması için enerjilerini ortaya koydukları söylenebilir mi? Yaşananlar bu soruya verilecek yanıtı “hayır” seçeneği olarak gösteriyor. Kimi uzmanlar, son dönemde “reform ve rönesans” ilân eden İİT elitlerinin bu gücü İslam ümmetinden almadıklarını ifade ediyorlar. Dolayısıyla yukarıdan aşağıya, tıpkı İslam toplumlarının kahir ekseriyetini oluşturduğu devletlerde 20. yüzyıl boyunca gerçekleştirilen modernleşme projelerine benzer şekilde, bu sefer İİT’de elitlerce alınan kararlarla “reform ve rönesans” dayatılıyor görüşü yaygınlık kazanıyor. Tunus, Cezayir, Mısır, Yemen ve olası diğer Arap ülkelerinde yaşananlar ve kuvvetle muhtemel yaşanacak olanlar İİT’nin, bırakın reform ve rönesans atağının meşruiyetini örgütün bizzat kendisini şüpheli hale getirmiştir. Gözlemciler, resmi sitesinde söz konusu üye ülkelerinde yaşananlara, -sadece bir açıklama ile o da “ne şiş yansın ne kebab” bağlamını içeren birkaç cümlelik açıklamanın dahi kanıtladığı gibi- kayıtsız kalan bu örgütün halkların sorunlarına, tepkilerine ve taleplerine sesine ve kulağını tıkadığı yorumunu yapıyorlar. Dikkat! Birleşmiş Milletler hakkında, dünyanın ezilen, yoksullaştırılan, yoksunlaştırılan ve nihayetinde katledilen halklarına kayıtsızlığı sonucu vadesini doldurduğu teşhisi kondu ise, Arap Birliği ve İİT de benzer bir “teşhise” konu edilebilecek potansiyeli taşıyor. İslam ümmetinden alınmamış bir destekle, salt “elit” yöneticilerin kararına dayanan reform ve rönesans ne kadar gerçekten ve gerçekleştirilmekten uzaksa, Müslüman Arap toplumlarında yaşananlara gözlerini ve kulaklarını kapayan bir örgütün varlığının meşruiyeti de o denli şüphelidir. Tıpkı Arap devletleri yönetimleri gibi, zamanı geldiğinde demokrasi dersini Batı’dan almaya devam eden bu elitler, kendi halklarının sesini duymamak için ellerinden geleni yapmaya devam ettiklerini apaçık kanıtlıyorlar. Öte yandan, Batı’ya İslam dersi vermeye çalışanların, halkı Müslüman olan ve adına “İslam ülkeleri” denilen coğrafyada onyıllarca yaşanan siyasi, ekonomik ve de sosyal baskı ve zulümlere ve hatta ve hatta katliamlara sessiz kalmaları, en hafif deyimiyle sahip olduklarını iddia ettikleri inanç değerlerine samimiyetsizliklerini ortaya koymuyor mu? Yukarıda değinildiği üzere, Batılıların modernleşmeci politikalarının uzantısı bürokrasileri ve ulusarışı Batılı şirketlerle elbirliği içinde varlığını sürdüren Arap ülkelerinin, bırakın İslam’ın hak-hürriyet-adalet terminolojisi, kuklası oldukları Batı’nın demokrasi, insan hakları v. değerlerine dahi temayül etmemeleri ve buna seyirci kalan örgütlerin ne tür bir siyasal yapılanma içinde olduklarını artık tez elden sorgulamayı gerektiriyor. Bu elit zümrenin gücü o boyutlara varıyor ki, ümmetin asli önderleri kabul edilen İslam alimleri dahi seslerini çıkaramamakta ve yaşanan zulüm ve baskılara “pasif” desteklerini vermektedirler. Temelde ümmetin beklentisi o ki, söz konusu alimler, alim olmanın hakkını tam anlamı ile vermeleridir. Yoksa, siyasi elitlerin peşi sıra, politikalara pasif ya da aktif destekçi olmaları değil.
Yazımızın sonuna yaklaştığımız bu bölümde şu hususa değinmeden geçmeyelim. Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da yaşayan gelişmeleri “açlık karşısında atılan çığlık” yorumu ile küçümsemek ve yön şaşırtmak bölgenin tarihi süreçleri ile örtüşmemektedir. Bu çığlık, tüm araçları ile Batı’nın siyasi ve ekonomik zulmünden önce, İslam ümmetinin kendi içindeki bir hesaplaşmanın kıvılcımları olarak değerlendirmeyi hak edecek boyutta. Gelişmeleri bu minvalde değerlendirecek ve okuyacak kapasitenin varlığı, gelişmelerin yönünü tespitte de belirleyici olacaktır. Yukarıda dile getirildiği üzere, modernleşme projelerinin aracı kılınan bu rejimlerin sosyal ve kültürel yapılanmayı gerçekleştirebilecek ne birikimlerinden ne de enerjilerinden söz edilebilir.
Son haftalarda yaşayanlar, İslam dünyasında bir “devrim” havası estirmiyor değil. Ancak kimi yazarların dikkat çektiği üzere, bu acele alınan “duygusal” ağırlıklı yaklaşıma temkinli yaklaşmak gerekiyor. İslam toplumlarının “devrime” susadığına şüphe yok. Ancak günümüzde halkların “bir tek” halk olmadığı gerçeği de gözardı edilemez. Toplumlar farklı unsurları, siyasi ve toplumsal çıkar grupları ile kendilerini ortaya koyarlar. Hele bu günümüz küresel dünyasında çok daha farklılaşan ve farklılaşma eğilim taşıyan toplumsal gruplaşmalar olgusu karşısında kimin neyi istediği, niçin istediğini, nasıl bir eylemle talebini ortaya koyacağı, hangi araçlarla bu taleplerine ulaşacağı gibi sorulara hazırlıklı olmak gerekiyor. Fas’tan Endonezya’ya uzanan coğrafyada Soğuk Savaş döneminden bugüne kadar yaşananlar hayal kırıklıkları yaşattığının farkında olanlar soğukkanlılıklarını korumaya devam ediyorlar.