Mehmet Özay 19 Aralık 2011
Myanmar’da ne olup bitiyor? Gelişmeleri, uzun ama bir hayli uzun “demokrasi” bekleyişinin sonuna gelindiği şeklinde mi yorumlamak gerekiyor? Yoksa kökleri yüzyıllar öncesine uzanan yarı-kutsal bir lider arayışı mıdır yaşanan? 20. yüzyıl ulus-devlet, demokrasi, küresel hegomanya vb. kavramları bağlamından bakılacak olursa, genelde Güneydoğu Asya, özelde Myanmar toplumuna hakaret etmiş oluruz! Bölgede hangi topluma ya da ulus/devlete baksak benzer bir manzarayı görmüyor muyuz? Binyıllar öncesinin Hinduizm ve Budizmin bölge halkının ruh köküne kattığı ve birbiri peşi sıra gelen krallıklarda kutsalın, dünyevi iktidar aygıtlarıyla yanyanalığından bugüne hiçbir şey kalmadı dersek yanılırız. Öyle ya, ekonomik kalkınma ekseninde Doğu Asya uluslarının Konfüsyüsçü kökenlerinin “bir etken” olarak varlığı gündeme getirilirken, benzer dini geleneklerin modern dönem siyasi yapılanmaları üzerinde niçin benzeri bir etkisi olmasın!
Yirminci yüzyıla damgasını vuran Sukarno ve Suhartolu Endonezya, sultanlar hakimiyetinden monarşik-demokrasiye adım atsa da, her bir eyaletteki sultanlara ilâveten federal devletin “sultanı” ile taçlanan ve yönetici elitini saraylarla ilişkisinden devşirmiş Malezya, siyasi meşruiyet ile dini alanın yani Budist rahiplerin toplumsal barışın temeli olduğu Laos, Tayland gibi ülkeler, ismi ve cismi kendinden menkul ve tarihin uzak bir diyarından bugüne sarkan “müzelik” bir Brunei Darusselam Sultanlığı… Myanmar da bu ülkeler arasında kendilerine “dışardan” kutsallık bahşedilen modern liderleri ile gündemde. Bugün bu liderler silsilesinde sıra Myanmar’ın “sade” ve “şık” imajıyla Suu Kyi var. “Demokrasi prensesi” olarak adlandırdığım ve bir süredir dünya medyasında yer tutan Suu Kyi’nin hangi kaynaklardan beslendiğini, ne tür siyasi ve toplumsal dönüşümlere tanık olduğunu ve böylece sadece yerel değil, küresel bir “demokrasi aktörü” olarak ortaya çıktığını öz olarak anlamaya çalışalım. Bununla birlikte, olası bir demokratikleşme süreciyle Myanmar’ın uluslararası ilişkilerinin nasıl şekilleneceğine de değineceğim elbette.
Budist tapınaklar ülkesi Myanmar’da demokrasi ikonu Suu Kyi’nin siyaset arenasındaki varlığı bir dizi tesadüflerle şekillendi. Babası yani, bağımsızlık lideri ve ülkenin kurucu figürü Aung San’ın bağımsızlıktan sadece altı ay önce, yani geçiş döneminde katledilmesi, Katolik ve İngiliz Metodist okullarındaki öğrenimi, akabinde annesinin Hindistan’a sürgüne gönderildiği yıllar ve Oxford’da geçen yirmi yıl. Tesadüflerin Myanmar ayağında, annesinin ölüm döşeğindeki son günlerinde yanında geçirme arzusuyla ortaya çıktı. Böylece, uzun bir aradan sonra 1988’de başkent Yangon’a ayak basmasıyla bugüne kadar büyük bir bölümü “ev hapsinde” geçen siyasi liderlik rolünün aktif liderliğe dönüşmesi umuduyla geçti. Babasının katledilmesinin kırkıncı yılına tekabül eden 1988 yılı, Suu Kyi babasının rolünü bıraktığı yerden devralmasıyla ülke tarihinde yeni bir döneme işaret ediyordu. Bu süreçte giderek artan bir ivme ile Myanmar siyasi yaşamına eklemlenmekle kalmayan Suu Kyi, uluslararası çevrelerin de odağı haline geldi veya getirildi. 1988-1990 yılları arasında sergilediği Gandivarî pasif eylemcilik tutumunun ardından 14 Ekim 1991 tarihinde Nobel Barış Ödülü’ne layık görülmesi, bunun tastamam teyidinden başka bir şey değildir.
Gandhi demişken, bu siyasi rol model etkileşiminin kaynakları muhtemelen Hindistan’da geçirdiği ilk gençlik yılları kadar, muhalefet liderliği “anaç tavrı”nın ve belki de annesinin ölümünün gölgesinde gelişmesinin de etkisi olabilir. Nasıl olmuştu da, ülkeden uzun yıllar uzak kalan ve siyasetle şu veya bu şekilde de olsa hayatının bir dönemin doğrudan ilgili olmayan bir kadın, geri kalmış ülkeler sıralamasında Asya’da ilk sıraya oturmuş bir ülkede özgürlük lideri olarak gündeme gelmişti? Bu sorunun cevabını Myanmar halkının sosyal hafızasının bir yansıması olarak modern dönemde somut bir karşılık buluyordu. Sosyal hafıza geçmişin yarı kutsal krallarının hakimiyetindeki bu topraklarda, halkın sadece bir siyasi lider değil, “kutsal” bir lider olgusuna içkin sisayet anlayışına karşılığını bulur. Krallara kutsallık kılan ve bu anlamda halk gözünde meşruiyet kazandıran kadim Budist rahiplerinin sarayla “mutual” ilişkileriydi. Kral, rahipleri koruyup kollarken, karşılığında kutsallık devşiriyorlardı.
Bu çerçevede, kısaca Suu Kyi’nin babası Aung San’ın bağımsızlık mücadelesi ve modern Myanmar devletini kurmadaki öncülüğü nedeniyle ülkede istisnai, “sosyal hafıza” ışığında bakarsak “kutsal” bir yer edindiğine kuşku yok. Halkın, zalimler karşısında kurtuluş reçetesini oluştururken, lider arayışlarında adres Aung San’ın kızı olmasının böylesi bir metafizik ilişkiye işaret eder. Bunun karşılığını da, Suu Kyi’nin “Bu sorumluluğu babam için alıyorum…”[1] ifadesinde bulabiliriz. İşte bu nedenledir ki, Suu Kyi’nin siyasetçi olup olmaması önemli değil, önemli olan halkın ona biçtiği roldür… Öte yandan, Suu Kyi’nin de bu sosyal hafıza’yı yadsımayacak bir karşılık verdiği, babasının kızı olduğunu sürekli hafızasında tutarak bir sorumluluk bilinci ile hareket etti. Kadim krallar dönemini hatırlatırcasına, bu süreçte sadece Myanmar halkının sivil kesimleri değil, dini unsurları yani Budist rahiplerin manastırlarından çıkarak Suu Kyi’nin dev mitinglerinde yerlerini almaları da bahsi geçen kutsallık – liderlik ili
şkisinin doğal bir yansıması ve kanıtıydı. İşte bu süreçlerin akabinde “mitsel siyasi bir figürle” karşı karşıyayız. Kyi’nin başkanlığında kurulan Ulusal Demokrasi Birliği (NLD) üyelerinin çok farklı siyasi fraksiyonlardan gelişi kadar, siyasi programındaki belirsizlik de, yukarıda zikrettiğimiz mitsel figür taleplerinin geçerliliğine kanıt da olabilir.
şkisinin doğal bir yansıması ve kanıtıydı. İşte bu süreçlerin akabinde “mitsel siyasi bir figürle” karşı karşıyayız. Kyi’nin başkanlığında kurulan Ulusal Demokrasi Birliği (NLD) üyelerinin çok farklı siyasi fraksiyonlardan gelişi kadar, siyasi programındaki belirsizlik de, yukarıda zikrettiğimiz mitsel figür taleplerinin geçerliliğine kanıt da olabilir.
Sonun başlangıcına bir dönelim… 1988 yılı yaz Mart-Eylül aylarında yaşananlar, aslında 1948 yılından başlayarak ülkede siyasi sistemi tekelleri altına alanların ülkeyi durma noktasına getirdiklerinin bir ilânıydı. Yönetici elit içerisinde bir yandan istifalar yaşanırken, çözüm geçmişteki cunta rejimlerinin benzeri siyasaların izlenmesi şeklinde tezahür ederek, halkın taleplerine kulak tıkanıyordu. Böylece ordu, Yasa ve Düzenin Restorasyonu Konseyi (SLORC) adıyla kurulan bir siyasi yapıyla yönetimi bir kez daha elinde tutma yönünde irade gösterirken, aslında şaşırtıcı bir girişimle bir yandan da çok partili seçim taleplerine onay veriyordu.[2]Tıpkı 1998’de Suharto’nun devrilmesinin ardından Endonezya’da ortaya çıkan siyasi parti enflasyonunun benzeri, kurulan 235 parti ile Myanmar’da da kendini gösterdi. Elbette, bu parti enflasyonu siyasi özgürlüğe açlığın bir simgesi olmanın yanı sıra, adına demokrasi denilen oyunda kuralların nasıl uygulanacağına dair bilgi ve tecrübe eksikliği şeklinde de yorumlanabilir.
Böylece başgösteren demokrasi ve temiz toplum taleplerine karşılık olarak ordu bir kez daha kendine biçtiği rolü üstlendi. Gerçekleştirilen darbe ile çok partili seçim vaadine karşın “demokrasi yanlılarının” dışlandığı sözde seçimlerin ardından bir kez daha asker güdümlü siyasi elit merkeziyetçi politikaları yürürlüğe koydu. Ancak bu safha, etnik unsurların taleplerinden ziyade, ülkenin merkezindeki orta sınıfların talepleri olarak gündemde yer alsa da, ordu muhalefetin rengine ve kategorisine bakmayarak ölüm makinesi olarak vazifesini icra ederken, çoğunluğunu üniversite öğrencilerinin oluşturduğu eylemciler soluğu Kayin, Kachin ve Mon bağımsızlık gruplarına sığınmada buldu. Bu süreç, en azından bir grup sivil eylemcinin “militarize” olmalarına yol açtı. Bir yanda otonom talebiyle gelen etnik unsurlar, öte yandan demokrasi talebini dillendiren öğrenciler ve orta sınıfların birliği ülkede yeni bir siyasi modelin profilini oluşturuyordu. Bu birliğin önce gizli ardından açık lideri ise Aung San Suu Kyi’di. Yaklaşık iki yıl boyunca devam eden sivil ayaklanmalarda taraftarlarına orduya karşı şiddet kullanılmaması, bir başka deyişle “pasif direnişi” öncellediğini ifade eden Suu Kyi’nin kimi destekçilerinin bağımsızlık veya özerklik talebini dillendiren etnik unsurlarla birleşmesine rağmen, çoğunluğu arkasına alarak 27 Mayıs 1990 seçimlerinden, 392 sandalye kazanarak, parlamento’nun %90’ını oluşturacak şekilde büyük bir başarı anlamına geliyordu. Buna rağmen, cuntanın süprizleri devam ediyordu… Cunta’nın siyasi alanı seçilmişlere bırakmaması siyaset gözlemcileri tarafından “Nurnberg Sendromu” olarak adlandırılıyor. Yani, korku’nun ürettiği şiddet, elde edilen kazanımların yitimi ile birleşince ülkede altmış yıldır beklenen “olgun” şartlara adım bir türlü atılamıyor. Aslında Myanmar’da iktidarın korku üzerine kurulması, Nurnberg’den çok daha önce, İngiliz sömürgeciliğinin 19. yüzyılda Burmalılarla karşı karşıya geldiği üç büyük savaş sonunda kurduğu düzenle çok daha çarpıcı benzerlikler taşıdığını söyleyebiliriz. İşte bu, sömürge savaş etiğinin modern ulus-devlete aktardığı kaçınılmaz miras… Suu Kyi’nin konuşmalarının derlendiği ve 1991 yılında yayınlanan eserinin “Freedom From Fear” başlığını taşıması da elbette tesadüf değil.
Bu bağlamda, ülkenin bölge ve küresel aktörlerle ilişkilerinin ne minvalde sürdürüldüğüne kısaca değinmemiz, yakın gelecekte yaşanabilecek siyasi değişimin akabindeki gelişmelere ışık tutması açısından önem taşıyor. Myanmar’ın Çinle ilişkileri, coğrafi olarak yakınlığından ötürü hem korku hem umudu birarada yaşatan çelişkili bir faktör olarak hâlâ varlığını sürdürüyor. Önce ilki üzerinde duralım… Niçin korku? Çin’in ideoloji ithali, iç siyasi dinamikler nedeniyle Myanmar siyasi elitinin kabul edemeyeceği bir gerilim noktası. Öte yandan, sömürgecilik döneminden kalan bir “miras” olarak, her şeye rağmen, batının “gözetimci yaklaşımı” ülkeyi Çin’le aynı yastıkta kocatamayacak kadar derin izler taşıyor. İkinci hususa gelirsek, yani umuda… Modern tarihi boyunca eksik olmayan cunta rejimi ve uzantısı sivil yönetimlerin ülkedeki sadece azınlık etnik unsurlara karşı değil, çoğunluk Barmalılara karşı da sergilemekten vazgeçmediği zulüm ve baskı rejimine karşı Batı’nın klasik “liberal etkileşim ağları” devreye girerek ülkeyi siyasi ve ekonomik “yaptırımlarla boğma” politikası karşısında Çin bir çıkış kapısı işlevi görüyor. Peki öteki komşu Hindistan diyenleriniz içinse… Hindistan’ın bu sulara yelken açması asla ve kat’a mümkün olmadığından hiç söz konusu bile etmiyorum. Çin’le dostluk sınırlı da olsa bu anlamda, pencerelerini tüm dünyaya kapatmış bir ülke için nefes borusu mesabesinde. Çin’in bu ilişkideki çıkarlarına gelince, o çok daha büyük… Myanmar’ın Bengal Körfezi ve Andaman Denizi’ne açılan uzun batı sahili boyunca alabildiğine uzanan imkânlarla Çin’in Hint Okyanusu’na açılma düşüncesi tarihin erken dönemlerinden itibaren gündemde olagelmiştir. Hadi, kadim Amiral Cheng Ho’yu hatırlatalım da ne demek istediğimizi sembolik olarak ifade edelim! Çin’in Myanmar üzerinden Bengal Körfezi-Andaman Denizi bağlantısı ile Hint Okyanusu’na ulaşması bölgedeki su yollarının kaderi üzerinde belirleyici olacaktır.[3]
Çin-Myanmar yakınlaşmasını sağlayan önemli hususlardan biri, 1988’de Yangon’daki dev gösteriler ordu tarafından bastırılırken, bir benzerinin 1989’da Tiennanmen’da ortaya çıkmasıydı. Her ikisi de “kan”la sona erdi. Bu “kan”, her iki ülke yönetimlerini birbirine yakınlaştırmanın adıydı aynı zamanda. Çin de bunu açıkça ilân etmekten çekinmedi ve Myanmar’daki siyasi rejimi meşru bir oluşum olarak gördüğünü açıkladı.[4] Düşman’a yani kendi halklarına karşı kazanılan zaferin ertesinde, Batı’nın ekonomik ve siyasi direnç mekanizmasına aralarındaki işbirliği ile yanıt veriyorlardı.
ABD başta olmak üzere Fransa, İngiltere, Almanya ve İskandinav ülkelerinin ülke topraklarının zengin kaynakları özellikle de petrol ve doğal gaz rezervlerinin yanı sıra, tekstil ve giyim sanayiini destekleyecek özellikle disiplinli ve ucuz işgücü piyasası son derece cazip imkânlar sunuyor. Aslında Batı için 1950 ve özellikle 60 ve 70’lerde ekonomik yatırımlar ve hammadde tedariki anlamında Malezya-Singapur-Tayland ne ise, Güneydoğu Asya’nın bu Hint-Çin sınırını teşkil eden ülkesi için de aynı. Zaman zaman Batılı ulusaşırı tekelleri Myanmar topraklarına girmedi değil. Ancak, siyasetin keskin kılıcını çokça gösterdiği bu ülkede kalıcı olmak mümkün olmadı. İşte bu nedenledir ki, geçen ay Hillary Clinton’un üst düzey ABD’li siyasetçi olarak elli yıl sonra Myanmar’a yaptığı ziyaret, ABD’nin salt Myanmar “sevdalısı” olmasından kaynaklanmıyor elbette. Bölgedeki güç dengesini doğrudan etkilemeye matuf olduğu apaçık bir vakı’a olarak bu ziyaret, ABD’nin Çin’in bölgedeki siyasi ve de ekonomi alanındaki varlığını “zedeleme” yönünde bir açılımı da içinde barındırıyor.
Ancak son yılların Çin-ABD gerilimlerine sahne olduğu dikkate alındığında şu hususu dikkatlerden uzak tutmamak gerekir. Suu Kyi önderliğinde demokratik kanallarla bir değişim, ülkeyi Batı’ya açacağına kuşku yok. Peki Çin buna razı olur mu? Başka siyasi kartları hesaba katmazsak, Myanmar özelinde Çin buna razı olmaz. İstikrarsızlıkla malul bir Myanmar, bu çerçevede çok daha ehvendir Çin için… Çünkü Myanmar, Çin için sıradan ve tek başına ele alınabilecek bir bölgede bulunmuyor. Hint Okyanusu rüyası bunun kanıtı…
ASEAN’ın Myanmar üzerindeki nüfuzuna bazı yazılarda değinme fırsatı bulmuştum. ASEAN üyeliği 1997’de başlayan Myanmar, kendini uluslararası arenadan kasıtlı “izolasyon” politikasını burada da sürdürdüğünü söylemek mümkün. İlişkilerinin boyutu daha çok, sınır ülkesi de olan Tayland’la yoğunluk taşıyor. Tayland’ın, Myanmar’ın batı sahilindeki sahip olduğu doğal gaz işletimindeki rolü kadar, balıkçılık ve su altı gibi önemli ekonomik kaynaklardaki varlığı, ASEAN’ın Myanmar’a ‘uzanabilmesinde’ onu kilit ülke yapıyor. Tabii tam da burada Tayland’daki siyasi atmosferin Myannar’dan pek de geri kalır yanı olmadığı düşünülürse, ASEAN’ın siyasi girişimlerinin -o da “iç işlere karışmama ilkesi”nin varlığı nedeniyle- etkinliğinin boyutu da anlaşılabilir. Endonezya’nın dönem başkanlığı boyunca, Susilo Bambang Yudhoyono’nun Myanmar’da gerekli siyasi reformlar için teşvik edici bir yaklaşım sergilediğini de söyleyelim.
Dış ilişkiler ağında Japonya’nın payını unutmayalım. Myanmar ordusunun mayasını tutan Japonya’nın ülke dış siyasetinde önemli bir dinamik olarak yer alıyor. Elbette Japonya 40’lardaki bu girişiminden ve Myanmar halkı arasında oluşturduğu manevi havadan sonra, kalkınma stratejileri ve fonlar sayesinde Myanmar’da maddi varlığını sürdürüyor. Japonların Myanmar’daki gelişmelere kayıtsız kalmayacakları yukarıdaki tarihi faktörlerin ötesinde, insani ve teknik yardım konularında Asya ve Afrika ülkelerine yönelimleriyle deparalellik arz edecektir. Bu bağlamda ilk sinyaller de gelmeye başladı. Geçen ayın sonunda iki Myanlar ve Japonya arasında danışma toplantılarının başlaması ülkedeki kalkınma önceliklerinin belirlenmesi ve Japonya’nın katkıları bağlamında önem taşıyor. Ayrıca, bu ay sonunda Japonya Dışişleri Bakanı’nın resmi ziyareti bir dönüm noktası olmaya aday. Böylece, ABD’nin somut girişiminin hemen akabinde Japonya’nın üst düzey siyasetçiyi Myanmar’a göndermesi bölgede var olma amacı taşıyan güçlerin ellerini çabuk tuttukları şeklinde de yorumlanabilir. Bu ilişki salt ziyaretle kalmıyor. Demokrasiye dönüş yönündeki çabaları destekleyici mahiyette NLD Genel Sekreteri Suu Kyi’nin Japonya’ya resmen davet edilmesi de gündemde.
Peki ülke, Suu Kyi ile “düzlüğe çıkmaya” başladığında, dış ilişkilerde hangi aktör başat rol oynayacak sorusunu soralım. Öncelikle bugüne kadar “bağlantısız” rolünü -aslında buna izolasyon dense yeridir- ısrarla ve dirençle sürdüren Myanmar’dan bölgesel ve küresel aktörlerle çoğul ilişkilere namzet bir Myanmar’a dönüşüm beklenebilir. Bölgesel ve küresel gelişmeler özelinde bakarsak, insan hakları, demokrasi, ekonomik ve sosyal kalkınma gibi ana başlıklarda ortak kanaatler ve politikalara sahip ülkeler olarak ABD-Japonya-ASEAN birlikteliğinin, Çin’e karşı siyasal ağırlığı olacağını öngörebiliriz. Bu, Suu Kyi’nin izleyebileceği bir strateji olacaktır. İşte tam da bu ittifak olasılığıdır ki, Çin’le bağları zaten kurmuş olan Myanmar statükocu eliti, Suu Kyi’e “demokrasi” oyununda arzu ettiği oyun sahasını açmaktan kaçınmayı tercih edecektir. Çin de zaten bundan hoşnut olacağına şüphe yok. Bir başka olasılık ise, ancak Çin’in ikna edilmesi veya en azından, bölgesel sistemle Myanmar konusunda uzlaşması gerginliklerin önünü alacağı gibi, Myanmar’da statükonun bir anda kendiliğinden çöküşü anlamına gelecektir. Zaten daha önce de vurguladığımız üzere ASEAN -Birliğin kendi iç yasası gereği ülkelerin birbirlerininin iç işlerine karışmaması ilkesinden ötürü tek çıkış kapısı olarak- bölgedeki rolünden ötürü Çin üzerinden Myanmar’da cunta rejimine ulaşma ve reformların gerçekleştirilmesini istemektedir.
Peki, bu yabancı unsurlar arasında eski sömürgeci İngilizlerin yeri yok mu diye sorabilirisiniz elbette. Ancak İngilizlerin tek başına bu bölgede at oynatması mümkün değil gibi gözüküyor. Kaldı ki, ABD’ye akıl hocası olarak gölgede kalmayı tercih ettiğini de söyleyebiliriz.
Muhalefetin tek ve önemli ismi konumundaki Suu Kyi, yeniden ülke gündeminde yer işgal etmeye başlaması, elbette bölge ülkeleri kadar, belki de bundan daha çok Batılı ülkelerin Myanmar’ın demokratikleşme sürecine yaklaşımı açısından önem taşıyor. Suu Kyi’nin, halka öncülük rolünde, babasının uyguladığı siyasi ittifak yolunu tercih edeceğine ve sivil hareketin yoğunluk kazanacağına kuşku yok. Ancak koşulların II. Dünya Savaşı akabindeki gelişmelerden farklılık arz ettiği de bir gerçek. Örneğin bu bağlamda, cunta olası bir demokrasi
ye geçiş durumunda, ülkeyi yönetecek müstakbel sivillerin etnik unsurlara ve onların özgürlükçü söylemlerine nasıl karşılık vereceğini dikkate almayı kendine vazife edinecektir. Kaldı ki, bu “acil demokrasi” çağrılarının ülkenin %30’unu teşkil eden ve sınır boylarında yaşayan etnik unsurlar üzerinde kısa vadede çözüm yolu açıp açmayacağı ise meçhul. Bu gruplardan en büyüğünü teşkil eden Tayland sınırındaki Karenlerin liderleri de bu şüplerini açıkça gündeme getiriyorlar. Karenlerin bu şüpheleri bana, Suharto sonrasında Endonezya’da başgösteren reform ve demokrasi çabalarının -kimi bölgelerde- Suharto’lu yılları aratmayacak denli zulme aracı olduğunu hatırlıyor. Suu Kyi’nin 66 yaşında olduğu hatırlanacak olurka, ülkedeki demokratik mekanizmanın inşasında Batılıların ve de ilgili bölge ülkelerinin ellerini çabuk tutması gerekiyor. Aksi taktirde, Myanmar yeni bir lider çıkarana kadar bir elli yıl daha kaybedebilir…
ye geçiş durumunda, ülkeyi yönetecek müstakbel sivillerin etnik unsurlara ve onların özgürlükçü söylemlerine nasıl karşılık vereceğini dikkate almayı kendine vazife edinecektir. Kaldı ki, bu “acil demokrasi” çağrılarının ülkenin %30’unu teşkil eden ve sınır boylarında yaşayan etnik unsurlar üzerinde kısa vadede çözüm yolu açıp açmayacağı ise meçhul. Bu gruplardan en büyüğünü teşkil eden Tayland sınırındaki Karenlerin liderleri de bu şüplerini açıkça gündeme getiriyorlar. Karenlerin bu şüpheleri bana, Suharto sonrasında Endonezya’da başgösteren reform ve demokrasi çabalarının -kimi bölgelerde- Suharto’lu yılları aratmayacak denli zulme aracı olduğunu hatırlıyor. Suu Kyi’nin 66 yaşında olduğu hatırlanacak olurka, ülkedeki demokratik mekanizmanın inşasında Batılıların ve de ilgili bölge ülkelerinin ellerini çabuk tutması gerekiyor. Aksi taktirde, Myanmar yeni bir lider çıkarana kadar bir elli yıl daha kaybedebilir…
Not: Burma’yı bir edebiyatçının gözüyle anlamak isterseniz hararetle George Orwell’in “Burma Günleri”ni (Burmese Days) öneririm. Türkçe çevirisine Can Yayınları’ndan ulaşabilirsiniz.
http://www.dunyabulteni.net/?aType=haber&ArticleID=188479
[1]Peter Popham, The Life of Aung San Suu Kyi: The Lady and The Peacock, Random, London, 2011, s. 118.
[2]Robert H. Taylor, “Pathways to the Present”, In Myanmar: Beyond Politics to Societal Imperatives, (ed), Kyaw Yin Hlaing, Robert H. Taylor, Tin Maugn Than, ISEAS, Singapore, 2003, s. 21.
[3]N. Ganesan, “Myanmar’S Foreign Relations: Reaching Out to the Worrld, In Myanmar: Beyond Politics to Societal Imperatives, (ed), Kyaw Yin Hlaing, Robert H. Taylor, Tin Maugn Than, ISEAS, Singapore, 2003, s. 48.
[4]N. Ganesan, s. 37.