Mehmet Özay 30.01.2025
İslam ve Müslüman toplumlar konusunda ‘öteki’ toplumlarca üretilen akademik ve entellektüel eserlerin bir din olarak İslam’ı ve bu dinin mensupları olarak Müslümanları tanımlamaya, tasvir etmeye, yapılaştırmaya ve belirli bir formda algılamaya neden olduğuna kuşku yok.
Bu noktada, akademi dünyasında mevcut çalışmalara bakıldığında, Müslüman toplumların Doğu ve Batı toplumlarıyla serüvenleri bağlamında öne çıkan unsurun, Doğu’dan ziyade, Batı yani, Avrupa ile ilişkilerin egemenliğinde gerçekleştiği konusunda ağırlıklı bir yaklaşım olduğu gözlemlenir.
Batı’nın tanımlamacılığı
Batı’da yani, Avrupa’daki veya Avrupa’yı temsil makamındaki toplumlar ile Müslüman toplumlar arasındaki ilişkilerin tanımlanması, açıklanması, yorumlanması süreçlerinde, ilkinin ikincisi üzerindeki egemenliği uzun dönemli tarihsel süreçte ortaya çıkıyor.
Müslüman toplumlar ve Batı yani, Avrupa toplumları arasında bu şekilde gelişme gösteren ilişkinin, neden bu şekilde ortaya çıktığı sorgulanmayı hak ediyor.
Bu yaklaşımda, tarihin çeşitli süreçlerinde ortaya çıkan, maddi etkileşimlerin kendinde ve doğal akışına atıf yapılarak, bunda bir sorun olmadığı düşünülebilir.
Bununla birlikte, kültürel ve entellektüel boyutlarda tarihi akışı içerisinde, Batı’nın veya daha doğrusu Batı düşünce sistemini oluşturan kurumların ve bu kurumların temsilcilerinin, İslam’ı ve Müslüman toplumları tanımlama çabasının -ki, genel şekilde ifade edildiği üzere 19. yüzyıl değil, aksine, en azından 16. yüzyıldan başlatılabilecek bir süreçtir bu-, akademi ve entellektüel çevrelerde belirleyici bir yapı olarak egemenlik tesis ettiği görülür.
Doğu nerede?
Buna karşılık, Doğu toplumlarının diyelim ki, Hindistan, Malay Dünyası ve Çin gibi iki önemli kültür evreninin İslam’ı ve Müslümanları tasvir, tanımlama, inceleme, analiz ve yorumsama süreçlerinde nasıl bir yerde durdukları araştırılmayı hak ediyor.
Batı yani, Avrupa tarafından İslam ve Müslüman toplumları anlamlandırma çabası, tedrici olarak belirleyici bir nitelik kazanırken, bir din olarak İslam’ın ve Müslüman toplumların Doğu toplumları ile -örneğin Hindistan, Malay Dünyası ve Çin gibi bölgelerle- ilişkilerinin gözardı edilmiş olduğu ile karşılaşılır.
Veya bunun tersi bir ifadeyle, Hindistan, Malay Dünyası ve Çin’in erken yüzyıllarda İslam ve Müslüman toplumlara yönelik ilgilerinin nerede durduğu ve bu ilginin karşılığı olarak ne tür ürünlerin ortaya konduğu meselesi de gayet önemlidir.
Bu noktada, İslam ve Müslüman toplumların Doğu ile karşılaşmalarının, en az Batı ile karşılaşmaları kadar anlamlı olması beklenir.
Bugüne etkisi
Yukarıda dikkat çekilen hususun, salt tarihsel ilişkilere ait bir alan olması aksine, bugünkü kültürel ve siyasal yapılaşmalar ve bunlara dair algıları gayet önemli ölçüde beslediği görülür.
Bu nedenle, tarihin değişik evrelerinde Doğu ve Batı ile gündeme gelen etkileşimlerin, İslam’ı ve Müslümanları nasıl bir tanımlamaya sevk ettiğinin önemi burada ortaya çıkar.
İslam ve Müslüman algısını vb. alanlarda Doğu’da görülen bu eksikliğin veya bu alanlarda, Batı’nın egemen bir tutum ve belirleyiciğine neden olan bu ‘kültürel ve siyasal’ yapılaşmanın ve gelişmenin, bugün çokça hissedilen sorunlu ilişkiler ağının temelini oluşturduğunu ifade etmek mümkün gözüküyor.
Bu sorunlu yapıdan maksat, bizatihi Batı’nın aktörlüğüyle gerçekleşen, İslam’ı ve Müslümanları tanımlama ve bu tanımlama sürecinin kanıksanan, kemikleşen, yapılaşan unsurlar haline gelmesi, günümüz İslam ve Müslümanları’nın kültürel, dini, siyasal vb. süreçlerde nasıl algılandığı ve ne tür bir müdahaleye ve yaklaşıma konu olduklarıyla yakından ilgilidir.
Bizans: Batı temsili
Batı ile karşılaşmayı, bir din olarak İslam’ın ve Arap Yarımadası’ndan başlayan siyasal, toplumsal, kültürel gelişimlerin öznesi olarak Müslüman toplumların, yanı başlarında Bizans İmparatorluğu gibi Avrupa medeniyetini temsil eden bir siyasal ve kültürel yapıyla etkileşimden başlatmak mümkün.
Bu etkileşimin aralık verilmeksizin gerek barışçıl, gerek mücadelesi ve savaşçı boyutlarıyla devamlılığı, Batı’nın yani, Avrupa’nın İslam’ı ve Müslümanları anlama çabasını tetiklediği verilen eserlerle kendini ortaya koyuyor.
Aslında, söz konusu bu bölge ilişkilerine bakıldığında, daha İslam öncesi süreçten başlayan bir etkileşimin varlığına kuşku yoktur.
Öyle ki, Hz. Peygamber’in gençlik yıllarında dahil olduğu bölgesel ticaret süreçlerinde Suriye topraklarına yaptığı yolculuklar, O’nun peygamberlik öncesinde Bizans gibi önemli bir ‘Batı’ kültür ve medeniyetinin -en azından bazı unsurlarıyla temasa geçtiğini söylememize yol açıyor.
Doğu ile etkileşim
Öte yandan, İslam’ın bir din olarak ve Müslüman toplumun Arab Yarımadası’ndan çıkışıyla başlayan tarihsel serüveninde, Doğu toplumlarının diyelim ki, Hindistan, Malay Dünyası ve Çin’in İslam ve Müslümanlar ile karşılaşmaları ve bu karşılaşmaları tasvir eden, anlamlandırmaya çalışan, yorumlayan vb. süreçlere dair verilerin ya yokluğu veya azlığı, bir tür eksiklik olarak anlaşılması gerektiğini söylemek mümkün.
Ancak, İslam’ın ortaya çıktığı bölgede yani, Arap Yarımadası’nda aynı Arap toplumunun benzer şekilde -doğrudan olmasa da, kara’dan yani, Orta Asya üzerinden ve suyolları üzerinden yani, Hint Okyanusu vasıtasıyla, bir yandan, Hindistan ve Malay Dünyasıyla öte yandan, Çin’le de irtibatlı olduğu görülür.
Bu erken evrelerdeki irtibatın, mücadeleci ve/ya savaşçı olmayan, en azından ağırlıklı olarak böylesi bir seyir takip etmeyen bir yapılaşması söz konusudur.
Böylesi bir alternatif etkileşime rağmen, Hind, Malay Dünyası ve Çin toplumlarının, İslamiyeti temsil özelliğine sahip olduğu söylenebilecek Arap, Pers ve Türk Müslüman unsurlarıyla etkileşiminde, İslam ve Müslüman toplumlar hakkında tanımlayıcı, izahcı, yorumlayıcı ürünler ortaya koyup koymadıkları üzerinde durmayı hak ediyor.
En azından, Batı’da yani, Avrupa’da ortaya konulan İslam ve Müslümanlar hakkındaki yazılı çizili malzemeye ve ürünlere karşılık, Hindistan, Malay Dünyası ve Çin’de bu alanda belirleyici olabilecek düzeyde bir üretkenliğin olup olmadığı gayet önemlidir.
Nihayetinde, bir din olarak İslam’ın ve bu dinin mensubu olan Müslüman toplumların, Doğu ve Batı ile ilişkilerinde yeksenâk bir yapılaşmanın olmadığı aksine, her iki coğrafyaya yani hem, Batı ve hem de, Doğu’ya doğru bir yönelimin ve açılımın tarihsel olarak yer aldığını düşünmek ve dikkate almak gerekiyor.