Mehmet Özay 12.06.2021
‘Müslüman kadın’ın toplumsal görünürlüğü, mevcut modern yaşam içerisinde yer alması ve bunu talep etmesiyle bağlantılı bir olgudur.
Bununla birlikte, Müslüman kadın, örneğin tıpkı diğerleri gibi bir başka ifadeyle, Batı Avrupa’nın ürettiği adına feminizm denilen, diğerleri bir yana bireyselcilik, fetişizm, tüketimcilik, gösterişçilik gibi olguları da içinde barındıran, bireysel bir edimin dışında grup sosyolojisi içerisinde ele alınabilecek şekilde toplumsallaşan bir çıkışla, kamusal alanda var olma talebinde bulunmadığı, en azından yaşanan erken dönem tecrübelerinden anlaşılmaktadır.
Bu sürecin bir bölümüne tanık olan biri olarak, Müslüman kadın’ın kamusal alanın önemli ve de öncelikli bir bölümünü oluşturan okullaşma ve bunun doğal bir uzantısı kabul edilen yüksek öğretim süreçlerinde yer alma talebi, pür bir bireyselcilik ya da içine doğduğu toplumun diğerlerinin adlandırmasıyla “muhafazakâr” topluma “reddiye” anlamı taşıyacak bir yapısallık taşımadığı da ortadadır.
Görece erken dönemlerde hadi diyelim ki, erkek egemen ulus-devlet siyasal yapılaşmasının giderek erozyona uğraması ya da Müslüman kadına, kendi imkânlarıyla edindiği ve içinde yer aldığı toplumsal kesimin kayda değer desteğiyle açılan bir kamusal alan söz konusuydu.
Anlam kayması, varoluşsal kayma
Bununla birlikte, genelde geç gelen Batılılaşma süreci ki, bunun önemli bir aktarma organı olarak, özelde Batı’da eğitim ve Batılı eğitim sayesinde kendini içinde giderek aktif bir şekilde bulmaya başladığı ulus-devletin yeni formu/formları içinde kamusal alanda tanıma, tanımlama, temsil etme hakkını bulduğu ya da bu hakkın kendilerine bahşedildiği Müslüman kadında, zamanla bu toplumsallaşmalarının ardında, gizli/açık bir aygıt olarak feminizm eğilimleri ortaya çıkmaya başladı.
Kanımca önce farkında olmayarak, feminizmi bir ideolojik araçsallaştırma olarak benimsedikleri anlaşılmaktadır. Peki bu süreç nasıl işletildi? Burada dikkat çeken husus bu konunun talepler neydi, neler alındı sorularıyla birlikte değerlendirilmelidir.
Bu noktada, önce lise ve yüksek öğretim süreçleri, bu sürecin bir devamı ve kaçınılmaz olarak buna eklemlenen Batı kampüslerinde öğrenim görme şansının etkileriyle ve de aynı süreçte diyelim ki, Türkan Saylan türü kişilerin ve temsilcisi oldukları kurumların oluşturdukları toplumsal baskılar karşısında Müslüman kadın, geri durucu/savunmacı bağlamları ile kendini geçen yüzyılın sonlarında feminist konumunda bulması, feminist olmak istemesi ile ortaya koymaya başlamıştır.
Genellemelerin doğuracağı sakıncaları akılda tutmak kaydıyla vurgulamak gerekir ki, Müslüman kadın tipinin oluşturduğu ve kendine edindiği ve halen edinmek istediği yer, bugünkü gelişmeler ışığında bakıldığında, yazının ilk bölümünde dikkat çekilen yaklaşımdan gayet uzaklaşılmış bir duruma işaret etmektedir.
Aradan geçen yarım yüzyıllık süreçte, Müslüman kadının bizatihi içine doğduğu kültür-medeniyet-din gibi yapılara mensubiyeti kadar, bu yapıların içkin olduğu sabiteleri nasıl algıladığı ve pratiğe geçirdiği, kendini bunların neresinde konumlandırdığı ve bugün kendi varlığı ile bu kültür-medeniyet-din evrenine ne gibi katkılar sunduğu ve vaad ettiği tartışmalı bir konu haline gelmiştir.
Her ne kadar, Müslüman kadının, gerek içinde mensubu bulunduğu toplumsal yapıdan, gerekse geniş toplum yapısından ayırt edilemeyecek süreçlere konu olduğunu unutmadan, aradan geçen süre zarfında Müslüman kadının eylemlilik niteliği taşıyan çıkış noktası ile bugün geldiği nokta ve gitmek istediği hedef ve eylemler arasında ne tür bir bağ ve bağlantı vardır sorusunu yüksek sesle dile getirmek gerekmektedir.
Hiç kuşku yok ki, bugünkü durum bize, bazı çevrelerde “artık başlarını da örtmek istemiyorlar” söyleminin ötesinde, çok daha varoluşsal ve epistemolojik bir sorunla karşı karşıya olduğumuza işaret etmektedir. Sorunun aslında başörtüsüyle ilgili olmadığı bugün gelinen noktada açık seçik ortaya çıkmıştır.
Yaşanan onca teorik ve pratik arbadede bile başörtüsüne sahip çıkamamış bir kitlenin, bu giysi nesnenin anlam evrenini, kapitalizmin gündelik görünümleriyle gösterişçilik, teşhircilik vb. süreçlere indirgemeciliği ile bizatihi kendi sorgulamasını yapması gerekmektedir.
Bireysel özgürlükten çatışmacı yaklaşıma (bireysel özgürlük mü, çatışmacı yaklaşım mı?)
Günümüzde, başını örtmek veya örtmemek meselesinin, bizatihi kendi başına “bireysel özgürlük” nosyonu ile açıklanması, “öteki mahallenin baskılarından” kurtulmanın bir pragmatik reçetesi olarak sunulmuş gözükse de, en azından sürecin başlarında bu söyleme akredite olunarak bir yol bulma çabası sergilenmiş olunsa da, bugün görünen ve tanık olunan o ki, Müslüman kadın için başörtüsü konusu bir varoluşsal ve epistemolojik bir olgu olmanın dışında ve ötesinde, bizatihi Batı Avrupa feminizminin ürettiği tekil, benci, tüketimci, çatışmacı, parçalayıcı kadın figürü olup olmamaya gelip dayanmıştır.
Yukarıdaki cümlede sarf edilen ve pek de olumlu gözükmeyen sıfatları bünyesinde barındırdığı ileri sürülen feminizm ile bu tür bir felsefi/sosyolojik bir bakışı kendine kimlik edinmiş ve bu kimlik edinme uğraşıyla meşgul çevrelerin, bu söylemi bir tür saldırı olarak algılamayacakları ortadadır.
Bunun temel sebebi, başında başörtüsü olduğu halde, kendi ait olduğu kültür-medeniyet-din bağlamlarının dışında ve ötesinde gizli/açık bir alternatif düşünce biçimi olarak sarılınan feminizmi kendine şiar edinmenin, temelde Batı Avrupa sosyal düşüncesinin belirleyiciliği ve ürünü olan, bizatihi çatışmanın kendisiyle hemhâl olmak anlamına geldiğini hatırlatmakta yarar var.
Ya da, ortaya çıkıp, “sen bizi yargılayamazsın” türü gayet ego-sentrik bir noktadan, içinde yer alınan kültür-medeniyet-din evreninin parçalayıcı değil, bütünleştirici bakış açısına gönderme yapılmasına karşı çıkılmamalıdır. Bununla birlikte, böyle bir durumla karşılaşılma hali bile, Müslüman kadının kendisiyle ne denli çeliştiğinin gayet aşikâr bir ifadesi olacaktır.
Kalibre meselesi
Bugün gelinen noktada, yine genellemelerin tehlikesini göz ardı etmemek şartıyla, Müslüman kadının toplumsal kalibre sahibi olup olmamasının, feminizm olgusuyla yakından bağlı olup olmadığı sorusunu gündeme getirmek gerekiyor.
Bu söylem, bizatihi kendi içinde bir karalama olgusunu barındırdığı ifade edilebilse de ya da kendini feminist olarak adlandıranların insiyaki bir şekilde, benimsedikleri sub-alternlik durumu ve/ya alışkın oldukları aşağılık kompleksiyle (inferiority complex) hareket etmelerinden mütevellit, bu söylemde böyle bir niyet taşındığını varsayma eğilimi gösterseler de, bunun böyle olmadığını söylemek gerekiyor.
Müslüman kadının, bizatihi bir Müslüman toplumda ve bu toplumun değerleri üzerinden bir toplumsallaşmasının bir başka konu olduğunu hemen ifade edelim.
Burada, Müslüman kadının toplumsallaşma süreci ile kastedilen içinde yaşanılan dönem, bir başka deyişle, mensubu olunan/tanık olunan toplumsal yapıdır. Bu dönem ve toplumsal yapı, çoğu kişinin varsaydığı şekilde modern dönem değildir. Aksine, adına post-modern dönem denilen bir nevzuhur yapılaşmadır ve bu yapı içinde söz konusu Müslüman kadın gibi bir toplumsal grubun, elde edebildiği anlaşılan toplumsallaşma sürecindeki yeridir.
Bu ifadenin gündeme getirilmesinden kasıt, toplumsal aktörlük sıfatını yüklenmek isteyen, yüklendiği varsayılan, kendine böyle bir misyon almış gözüken ve de Müslüman sıfatının başına feminist kavramını getiren şahısların/grupların, ne tür bir toplumsal bilince sahip oldukları ve bu bilinci ne amaçla işlevselleştirebildikleriyle alâkalıdır.
Her türlü Batı ideolojik yapılaşmasına ve bunu bilinçli ve kasıtlı olarak kullanmalarına rağmen, Müslüman kavramını gündemde tutmaya devam etmek, hiç kuşku yok ki Müslüman kadınların, en azından hiç de beklemedikleri ve de istemedikleri “geleneksel”likle bağlarının devamlılığını ortaya koymaktadır.
Bu kişiler/gruplar, her ne kadar kendileri istemeseler bile geleneksel olma durumu, ‘dışardan’ kendilerine yapıştırılan bir etiket olarak üzerinde durmaktadır. Ancak burada sırıtan, bizatihi bu etiket değil, aksine yukarıda dikkat çekilen ontolojik ve epistemolojik kaymalarla izah edilebilecek durumdur.
Ve söz konusu bu kaymalara, bilerek isteyerek/bilmeyerek istemeyerek maruz kalan Müslüman kadın, kendini içinde bulduğu bu ikilemi aşmanın yolu olarak, içine doğulunan kültür-medeniyet-din bağlamından neşet eden değerleri ve bunları günümüzde kaynak niteliği olacak şekilde güncellememektedir.
Aksine, bu ikilemi aşmak için, ‘öteki’nin sahip olduklarına sahip olma iştiyakıyla yanıp tutuşmaktadır. Böylece gayet kolaycı, daha pragmatik, daha gösterişçi bir şekilde Batı feminizminin ürettiği alanlarda var olma mücadelesini kendince ortaya koyabilmektedir. Ancak, gelinen bu nokta, ortaya gayet varoluşsal nitelik taşıyan bir ikilemi gündeme getirmektedir.