Malezya, son yılların belki de en sıkıntılı dönemlerinden birini yaşıyor. Geçen yıl sonunda patlak veren ve bugüne kadar sadece muhalefet çevrelerinden değil, başta Dr. Mahathir Muhammed olmak üzere UMNO çevrelerinden de ağır eleştiriler almaya devam eden ‘Bir Malezya Kalkınma Fonu’ndaki (1MDB) usulsüzlükler, ülkenin gurur kaynağı kurumlarından ‘Hac Vakfı’na (Tabung Haji) sıçramasıyla o güne kadar sessiz kalan bazı ‘İslamcı oluşumların da eleştiri çevrelerine eklemlenmesine neden oldu. Bu anlamda, Malezya’da yaşanan sıkıntılar, 5 Mayıs 2013 seçimleri sonrasında giderek artan bir ivme gösterdiğine dikkat çekmek gerekiyor. Bu süreçte, siyasi, sivil ve ekonomik alanlarda baş gösteren krizlere uçak kazaları, ‘Sulu’ saldırısının ardından Sabah Eyaleti’nde süren insan kaçırma vak’alarının tekrar be tekrar ortaya çıkışı, yeni vergi reformunun geniş toplum kesimlerinde şaşkınlık yaratan çapraşıklığı, ardından Arakan Müslümanlarını taşıyan teknelerin Malezya karasularından geri çevrilmesi ve nihayet gene Arakanlılara ait olduğu ileri sürülen mezarların bulunması birbirine eklemlendi.
Seçimlerin ardından 1999 yılından bu yana bir şekilde devam eden ve liderliğini Enver İbrahim’in yaptığı reform hareketine ‘son noktayı’ koyma adına Enver İbrahim’i bir kez daha hapse göndermekle mevcut iktidar ‘rutin’ yönetim işini yürüteceğini düşünüyordu. Her ne kadar bu süreçte Enver İbrahim’e yoğun bir halk desteğinden bahsedilemezse de, Malezya halkının tastamam da tepkisiz kaldığını söylemek mümkün değil. Hiç kuşku yok ki, Enver İbrahim’in mahkeme süreci ve akabinde hapsedilmesi karşısında toplumsal tepkilerin dışa vurulmamış olmasının, adına ‘reform’ denilen sürecin bir türlü sonuçlandırılamaması ve bunun halk kitleleri üzerinde doğurduğu ‘ümitsizlik’ psikolojisiyle açıklamak mümkün. Öyle ki, Enver İbrahim’le hapse girmesinden kısa bir süre önce yaptığımız mülâkatta, kendisinin de vurguladığı üzere örneğin Endonezya ve Filipinler hemen hemen aynı dönemde başlayan reform sürecinde görece bir başarı elde etmelerine karşın, Malezya’da arzu edilen dönüşümün yolu bir türlü açılamadı.
Son bir aydır Malezya’yı sadece hükümet çevrelerinde değil, bir tür toplumsal çatışmaya dönüşmüş izlenimi veren Arakan Müslümanları sorunu oldu. Aslında Malezya hükümeti ve halkı Arakanlılara yabancı değil. Bu noktada, örneğin Mindanao’da -ki hâlâ Sabah Eyaleti’nde nüfusu yüz bini bulan ve adına Filipino denilen Mindanao’lu yaşıyor- ve Açe’de yaşanan çatışmalar/savaşlar nedeniyle bölgeye akın eden kitleler gibi, Myanmar’da on yıllarca yaşanan siyasi sorunlar tıpkı diğer Müslüman olmayan etnik azınlıklar kadar, belki de daha çok Arakanlı Müslümanların Malezya topraklarındaki varlığı biliniyor. Hemen bu noktada, Malezya’nın Birleşmiş Milletler’in (BM) temel insan hakları, göçmenler vb.alanlardaki sözleşmelerine imza atmamış olması, bu kitlelerin Malezya’daki statülerini de yakından ilgilendiriyor. BM sözleşmeleriyle bu ilintisizlik Malezya topraklarına akın eden pek çok azınlık kadar Arakanlı Müslümanları da bir tür sömürü çarkının içine itiyor. İşte bu nedenledir ki, geçen yıl, ABD tarafından insan trafiğindeki rolü nedeniyle Malezya’nın notu üç’e yani en kötü dereceye indirildi.
Aslında bunun ABD tarafından yapılıp yapılmamasının bir önemi yok. Burada dikkat çekilmesi gereken husus. Daha önce bir yerde dile getirdiğim üzere, Malezya makamlarının ‘görmedim-duymadım-bilmiyorum’ politikasını sürdürüp sürdürmemeye niyetli olup olmamasıyla ilintili. Bölgenin çeşitli etnik azınlıkları ‘Malezyalıların’ kaşına gözüne hayranlıklarından Malezya Yarımadası’na konuşlanmıyorlar elbette. Malezya’nın adına ekonomik kalkınmacılık denilen ve on yıllarca sürdürülen politikalarının bir sonucu olarak ABD’den Japonya’ya kadar onlarca ülkenin açtığı imalat sanayiinin ana üretim sektörlerinde yer almak ve de bireysel ekonomik ‘hürriyetlerini’ kazanmak istiyorlar. Tabii, bu kitlelerin tümümün okumuş yazmış, nitelikli elemanlar kategorisinde değerlendirmek de mümkün değil. Bu nedenledir ki, bu kitlelerin kayda değer bir bölümü yerel iş sektörlerinde ihtiyaç duyulan insan açığını karşılıyorlar. Zaten sorun da tam burada nüksediyor. Böylesine önemli bir iş gücü açığı olan bir ülkeye yönelik gönüllü göçler ve bu gönüllü göçleri kendi amaçları için kullanan adına ‘insan kaçakçıları’ denilerek muğlak bir varlık olarak sunulan grupların varlığı ortaya çıkıyor.
Son bir aydır, uluslararası baskının bir sonucu olarak Tayland ve Malezya’da yapılan çalışmalarda insan kaçakçılarının kimlerden oluştuğu konusu açık bir şekilde ortaya çıkmış oldu. Her iki ülkede, göçmen ofislerinde ve diğer ilgili birimlerde çalışan yetkililerin dahli olmadan bu tür insan ‘transferlerinin’ mümkün olmadığını anlamak için uzman olmaya gerek yok. Malezya gibi görece küçük, bürokrasisi yerli yerinde bir ülkede insan mobilizasyonunun nasıl olup da milyonlarca kişinin kaçak olarak çalıştığı, barındığını, bu ülkeyi geçiş noktası olarak kullanıp soluğu Avustralya’da alma çabaları vb. konuları akıl ve hafsalanın alması mümkün değil. Kaldı ki, Malezya topraklarına göç akışının Arakanlılar ve Endonezyalılarla sınırlı olmadığını, bu topraklarda 1786 yılında başlayan İngiliz sömürgeciliğine parallel yürüyen ‘göçmen işçi’ ihtiyacının, başta Çin ve Hindistan olmak üzere bölge ülkelerinden nasıl karşılandığına dair tarihi verilere dayalı araştırmalara göz atan Malezyalı yetkililerin herhalde daha da yakından bilmesi gerekir. Çeşitli raporlar dikkate alındığında, Malezya’nın tam da ortasında yer aldığı insan trafiği konusu, sadece bölge ülkeleri toplumlarıyla da sınırlı değil. Nijerya’dan Etiyopya’ya Afrika ülkelerinden de bölgeye yönelik bir ‘akışın’ olduğu görülüyor.
Malezya topraklarında gündeme gelen insan trafiğini yürüten yerli ve yabancı ‘kadrolarının’ bir türlü ele geçirilemeyeşine rağmen, göçmen bürosu, polis gibi kurumların marifetiyle ele geçirilen ve ‘mazlum’ konumunda olan kitlelere yönelik politikalar da adalet standardını yakalanabildiğini söylemek mümkün değil. Bu süreçte, kendilerini ‘kaçıranlar’ elinde maruz kaldıkları acziyetin üstüne bir de kimi birimlerin bu insanların içinde bulundukları durumu istismar girişimleri kabul edilebilir değildir. Bu bağlamda, çeşitli konularda sesi yüksek çıkan resmi ve gayri resmi İslami kurum ve birimlerin bir tek söz etmemesi de hiçbir şekilde anlaşılabilir değildir. Şayet birileri çıkıp da ‘ekmek/su veriyoruz ya!’ türlü yaklaşımları da bir tür kandırmacadan ve manipülasyondan ibaret değil mi?
Tüm bu sorunlar karşısında uluslararası kurumların sözlü ve yazılı ‘uyarıları’ bir yana, bu gelişmeler karşısında kısa ve orta vadede ne türden olumlu gelişmeler olacağını kestirmek güç. Çünkü ‘halim-salim’ halleriyle tanınan, ülkenin yönetim tabakasını oluşturan ‘Malayların’, sıradan vakalarda dahi negatif tepki vermeye eğilimli oldukları dikkate alındığında insan trafiği, mülteciler/göçmenler gibi uluslararası boyutlara sahip konularda kapsamlı ve sürdürülebilir çözüm bulmaları -en azından şimdilik- pek de mümkün gözükmüyor. Bu soruyu yakinen teşhir eden Dr. Mahathir Muhammed’in, söz konusu bu toplumsal atıllık psikolojisinin üstesinden gelmek amacıyla ‘Malaysia Boleh’ sloganını gündeme getirerek bir tür ‘motivasyon’ sağlama çabasının da bir sonuç verip vermediği üzerinde durup düşünmek gerekir.
Bu minvalde, Başbakan Necib bin Razak’ın ülkenin çeşitli iç meseleleri bağlamında giderek artan eleştirilere makul cevaplar vermesi kadar, Malezya’nın bu yıl ASEAN dönem başkanlığını yürütmesinin de verdiği çok ciddi bir bölgesel sorumluluğu olduğunu da olduğunu söylemek gerekir.