Malezya’da ulus-devlet sorunu bağlamında ‘vatandaşlık’ olgusu önemli bir yer işgal eder. Bu önemi hemen yazısın giriş bölümünde bir uzman görüşüne atıfla ortaya koyalım. Barolar Birliği Anayasa Komisyonu üyelerinden bir avukatın dile getirdiği üzere “Anayasa’da vatandaşlık ile ‘özel etnik yapı’ ayrımı Malezya anayasasını diğer ülke anayasalarından ayırmaya kafi bir özellik taşıyor. Buna ilâve olarak, vatandaşlığı, aynı hedef ve idealler etrafında biraraya gelmiş toplumsal grup olarak ele alacak olursak, bunun Malezya sosyolojisindeki yerinin tartışmaya epeyce açık olduğu görülür.

Malaya topraklarında, etnik ve tarihi kökenleri farklı toplum kesimlerinin biraraya getirilmesi sömürgecilik döneminde bir proje olarak gündeme gelmedi ve getirilmedi de. İngiliz sömürgesi yönetim biçimini tanımlamada çok yaygın bir şekilde kullanılan böl/yönet metodunun aslında Malaya’da uygulanabilecek ne gibi bir temele sahip olup olmadığı sorgulanabilir. Çünkü ortada ‘bölünebilmeye’ müsait toplumsal yapılarla ilgili ciddi bir sıkıntı söz konusuydu. Öyle ki, bu topraklarda hakim unsur olan Malay kitlelerin ‘kırsal’ yaşama bağımlılıktan kurtulma gibi bir çaba içerisinde olmamaları; aksine bu kırsala bağımlı yapıyla organik ilişkileri ve de her bir Malay alt grubunun ait olduğu ‘sultanların’ gölgesinde yaşam sürmek zorunda kalışları -veya buna gönüllü iştirakleri-, onları sonradan gelişme gösterecek göçmen kitleleri ile ilişkilerinde sınırlayıcı etkisi olan ‘kasıtlı bir eylem’ olarak anlaşılmalıdır.

Çin’in güneyinde kır toplumuna mensup kitlelerin hayata sarılabilecekleri yeni bir mekan arayışıyla göç eden ve değişik alt-etnik gruplara mensup Çinli kitlelerin zaten birlikte olma gibi bir özellik taşımıyorlardı. Bunun somut göstergelerinden biri, alt-etnik gruplara aiditeyin bir unsuru olarak tezahür eden ve diğerlerinden ciddi bir ayrışmaya neden olan ‘dil farklılaşması’ydı. Kırsalından çıkmayan Malay ile, madencilik sektörüne eklemlenen Çinli göçmen karşısında İngiliz sömürge yönetimi ekonomik gelişimi hedeflemesi çerçevesinde ihtiyaç duyduğu tarımsal işgücünü Hindistan ve Sri Lanka’dan (Ceylon) karşılama gereği duyuyordu.

Farklı etnik kitlelerin bir araya gelemediği böylesi bir şema içerisinde İngilizlerin ‘bölme’ gibi bir çaba içinde olmasına da gerek yoktu. Bugün dahi süren bu bölünmüşlüğe tarihi perspektiften bakan entellektüel/akademisyenlerin ‘bizi bu hale getiren İngilizler’ demelerinde pek bir anlam aramak mümkün değil. İngilizlerin bu topraklarda ortaya koyduğu icraat, tarihi koşullar çerçevesinde oluşan ve kitlelerin ‘etkileşimsizliği’ üzerine bina edilen yapıyı yönetmekten ibaretti ve böyle de yaptılar.

Peki 2. Dünya Savaşı sonrasında neler olup bitti? Vatandaşlık konusundaki tartışmalara bağımsızlık öncesinde başlandığına kuşku yok. Çünkü İngiliz milletler topluluğuna bağlı kurulacak yeni bir ulus-devletin üyelerinin kimler olacağına karar verilmesi önemliydi. Yapılan pek çok tartışmaların ardından, İngilizlerin öncülüğünde üç etnik yapı yani Malay-Çin ve Hint toplumu temsilcilerinin anlaşmasıyla üç etnik yapının yeni ulus-devletin vatandaşları olmasına karar verildi. Böylece, etnik yapı ayrımı gözetilmeksizin belli şartlara haiz olan herkese vatandaşlık stasüsü verildi. Aslında buna mecbur kalındı. Çünkü bu bir ön şart olarak İngilizlerce masaya getirilmişti. Bu noktada, Malay çevrelerinde bu şarta muhalif seslerin de yükseldiğini not edelim.

Her bir etnik grubun liderleri/elitleri arasındaki sözlü anlaşmaya dayalı ‘toplumsal sözleşme’nin ülke toplum yapısına nasıl yansıdığı aslında bu vatandaşlık olgusunun Malaya topraklarında neye tekabül ettiğini de ortaya koyuyor. Bu çerçevede, Malayların ‘iktidar’ olgusuyla eşleştirilmeleri, diğer ‘vatandaşları’ ülkede misafir konumunda görülmesine neden oldu. Aslında bu ‘misafirlik’ olgusu, aradan geçen zaman zarfında ortadan kalkmış da değil. Kimi Malay politikacılarının bu olguyu şu veya bu şekilde kimi zaman kullanmaları ‘misafir vatandaşlar’ca bir aşağılanma şeklinde algılandığı da vakidir.

Tam da bu noktada, ulus-devlet kavramını gizleyen bir ayrım ortaya çıkmış veya çıkartılmış oluyor. Asli vatandaşlar ile -ki bu aslilik açıkça Federal Anayasa’da yer almasa da, büyük kitleler bağlamında ‘gizli/açık’ bir gerçeklik olarak ‘bumiputra’ (Anayası’nın 153. Maddesi), yani ‘vatanın asıl sahipleri’ kavramıyla yer etmiştir- bu yapıya şu veya bu şekilde eklemlendirilmiş ‘misafirler’ arasında ne türden bir ülke ve hedef birliğinin sağlanacağı ise bugüne kadar çözümlenmeyi bekleyen önemli bir soru. Çoklukla dile getirildiği üzere bunun cevabının ‘ekonomik kalkınmada’ bulunduğu görülür.

Hâl böyle olunca, adına ulus-devlet denilmesi gereken yapı içerisinde geniş kitlelerin ‘vatandaş’ olarak nerede durduğu sorunsalıyla karşılaşılıyor. Çünkü, kendilerine ‘bumiputra’ diyenler vatandaşlığı ‘Malaylılıkla’ eşdeşleştirirken, özellikle diğer etnik yapıların siyasi liderleri, entellektüelleri ve sıradan halk katmanları ‘Malezyalılık’ kavramına sığınıyorlar. Mevcut iktidar kalıpları içerisinde bakıldığında, Malay iktidar odakları da ‘Malezyalılık’ söylemini gündeme getirmiyor değiller. Ancak kurulan ilişkinin başka boyutlarda seyrettiği de bir gerçek. Bu kavrama atıflar olsa da, içeriğinin neye tekabül ettiği konusunda da tartışmalar söz konusu.

İşin içine, burada kimilerince seküler olduğu ifade edilen bir ülkede ‘vatandaşlık’ olgusunun anayasal bir teminat olup olmadığını tartışmaya açacak şekilde din ile, bumiputra ilişkisi bağlamında dile getirecek olursak, ‘Müslümanlıkla’ bağının kurulduğuna dikkat çekmek gerekir. Bu yapı içerisinde bir diğer handikapmış gibi gözüken ise, örneğin ülkede diğer etnik yapıların dışında görece az bir kitleyi oluştursa da Hindistanlı Müslümanların varlığı, bu kitleyi ‘bumiputra’ yapmaya yetmiyor. Çünkü aranan bir başka şart ‘Malay’ olmak. Bu bağlamda, Müslümanlık ile Malaylılığın eş anlamlı kullanılmış olduğu aşikâr bir durum. Mevzuya hakim olanların “ Sabah ve Sarawak’daki yerli kabileleri arasında Müslüman olmayan unsurlar da ‘bumiputra’ sınıflamasına dahil” diyeceklerini işitmek güç değil. İşin komplikasyonu burada bitmiyor. Bu ise başka bir hikâye…

 

Şimdi ortaya çıkan bu yapı içerisinde ‘Malaylılık’ asli ve üst kategori olarak ‘vatandaşlık nosyonun’da yer alıyor. Peki o zaman, bağımsızlık öncesinde Çin ve Hint kökenlilere niçin ve ne tür ‘vatandaşlık’ verildi sorusu haklı bir şekilde sorulmayı bekliyor. Bu sorunun cevabını ülkenin yetiştirdiği önemli sosyal bilimcilerden Dr. Chandra Muzaffer’le bir görüşmemde almıştım. Sayın Chandra, o dönemde, yani bağımsızlık öncesinin koşullarında biri şehir ekonomisini, diğeri tarım ekonomisini üstlenen bu iki etnik unsurun yeni kurulacak ‘ulus-devlet’ sınırlarına dahil edilmemesi nasıl bir toplum/nasıl bir devlet ilişkisinin hedeflendiğiyle alâkalıdır. Bu cevabın devamında, bugün halen yürürlükte olan ‘Malaylara yönelik imtiyazlar/ayrıcalıklar’ tasarımının, yukarıda zikredilen bağımsızlık öncesindeki ‘misafir azınlıkların’ sahip olduklarıyla kıyaslamasına dayandığı ifadesi ortaya çıkar. Tabii görünürde eğitim/geniş anlamıyla bürokrasi/yönetimi içine alan ayrıcalıklar ile Malaylılık ilişkisi, diğerlerinin yerini sorgulamaya kafi geliyor. Bu çerçevede, ‘Malaylar’ ile ‘misafirler’ arasında mevcut duruma dair reaktif ve savunmacı tarzda gelişen ilişki türü bugüne kadar varlığını sürdürüyor. Gene Dr. Chandra’ya müracaatla bu yapının, kuşkusuz bir entegrasyon sorunu olarak sürekli güncellendiğine tanık olunuyor.

LEAVE A REPLY