Mehmet Özay 22.01.2018
Son birkaç haftada Malezya’da İslamlaşma sürecine şöylesine değinen, atıfta bulunan biri yerli diğeri yabancı iki gazete makalesine rast geldim. İlki bir politikacı sosyologa, diğeri bir ‘sosyal aktivist’e ait olan yazılarda Malezya’da İslamlaşma sürecine biri dışarıdan diğeri içeriden iki bakışı gündeme taşımasıyla ve de birbirine tam anlamıyla tezat teşkil etmesiyle önem taşıyordu.
Dışarıdan bakışın bir politikacı tarafından yapılmış olmasının, ‘bakışın içeriğine’ dair bir ‘şüpheyi’ gündeme taşıyabilir ve bu bakışın bizatihi anlaşılabilir nedenleri de olabilir. Örneğin davetli olduğunuz ülkenin iç politika dünyasına uygun sözlerle bulunduğunuz ortamın dili ve yönelimine siz de kendinizi kaptırmış olabilirsiniz. Ya da en azından ‘protokol’ gereği bu sözleri bile-isteye etmiş de olabilirsiniz. Ancak üzerinde durmak istediğim Dr. Mahathir Muhammed’in çocuklarından biri olan Marina Muhammed’in yaklaşımı.
Marina, “Demokrasi’nin İllüzyonları” adlı bir kitabın tanıtım programında yaptığı konuşmada dikkat çektiği husus, ülke siyasal ve toplumsal yaşamında hakim bir ‘çatışmacı’ kültürün hakim olduğuna vurgusudur. Ve -tabii bu kadar açık ve net söylememekle birlikte- çatışmayı üreten bu siyasi ve toplumsal yapının bizatihi bir ‘üretim’ olduğu ve bunun kaynağının da epeyce bir süredir ülkede egemen siyasi yapının politikalarında yer verdiği ‘İslamlaşma’ya bağlamasıdır.
Marina’nın böylesi bir yaklaşım ortaya koymasına neden olan hadise ise, Malezya’nın eyaletlerinden biri olan Penang Adası’nda, kamusal alanda bir erkeğin başı açık bir kadına yönelik ‘şiddet’ içerikli yaklaşımı. Erkek aktör, kadına dinin nedir, kıyafetin niye böyledir gibisinden söyleminin ardından ‘tokat atması’, Marina’nın Malezya toplumunda bir şiddet ögesinin ortaya çıktığına ve bunun da iktidar aygıtını elinde tutanlarca sürdürüldüğü ileri sürülen ‘İslamlaşma’ politikalarından neşet ettiğini ileri sürüyor.
Ancak bu eylemin, örneğin Penang’de geçen ve yukarıda dikkat çekilen hadiseye Malezya toplumu yerine, ‘Malay toplumunda’ şiddet olarak de gündeme getirmek olası… Malezya dendiğinde ülkedeki farklı etnik ve dini yapıları hesaba kattığımızı hatırlatalım. Malay dendiğinde ise belli bir etnik ve de “yüzde yüz” Müslüman bir kitleye atıf yapıldığını unutmayalım… Nihayetinde olaya konu olan aktör ve nesnesi ‘Malay kimliği taşıyan’ iki kişi. Örneğin aktör Malay bir Müslüman ve nesnesi diyelim ki bir Çinli bayan olsa belki şiddet olgusu üzerinde farklı değerlendirmelerde bulunmak mümkün olabilir.
Marina, bu tekil hadisenin ötesinde siyasi ve toplumsal yaşamdan bazı örnekleri de gündeme taşıyor. Bunları yazıda bulmak mümkün… Burada dikkat çeken husus Marina’nın, Penang’daki vakıanın ‘politik gücün üretimi bir İslamlaşmanın sonucu olduğunu söylemekle kalmayıp, aynı zamanda bunun yeni bir tür ‘sömürgeleşme’ olduğunu iddia etmesidir. Marina’nın bu değerlendirmeleri, aslında üzerinde epeyce düşünülmeyi hak ediyor. Bu anlamda, Malezya toplumunda uzun dönemli politikaların ötesinde, bizi yine uzun erimli sömürge dönemi özne-nesne ilişkilerine kadar geri götürecek bir imkân sağlıyor.
Bu husus şimdilik bir yana, özellikle de tanık olduğum kadarıyla son on beş yıla varan bir sürede Malezya’da giderek artan bir toplumsal kırılma ve parçalanma söylemi kendini belirgin kılıyor. Ülkede toplumsal ve siyasal yaşamda ortaya konulan performansların tatmin edici olmadığı ortada. Ve bunun bir ulus devlet olduğu iddiasındaki Malezya’da farklı dini, etnik yapılar arasında çatışma ortamını doğurduğu ifade ediliyor. Bu söylemi dillerdiren kişi ve grupların bir bölümünün Müslüman-Malay’lar arasından çıktığıdır.
Bazı akademik çalışmalar nedeniyle kendileriyle tanışma ve sohbet etme fırsatı bulduğum bu kitlenin İslamiyetle ilgili bir sorununun bulunmadığı, aksine yukarıda dile getirilen çıkışlarına temel olarak altmış yıldır iktidarda bulunan siyasi yapının ürettiği politikalar olduğudur. İslamiyetle ilgili bir sorunları bulunmayan bu kitlenin eğitim, aile, iş gibi toplumsal süreçlerini göz ardı ederek, bugün sahip oldukları yaklaşımlarını değerlendirmek ise pek mümkün gözükmüyor.
Bu kişi ve grupların İslamiyetle ilgili bir sorunlarının ne olup olmadığı üzerinde eleştirel bir tutum takınmadan, bu kitlenin geçmişten örneğin, ülkenin kurucu babası Tunku Abdul Rahman dönemi politikalarına dikkat çektikleri görülür. Tunku’nun ülkenin sosyo-kültürel ve dini yapılaşmasında artık klasikleşmiş Malay-Çin-Hintli üçlüsü arasında bir ‘ayrım’ ve ‘ayrıştırmaya’ neden olacak politikalar üretmediği konusu başat bir söylem olarak ortadadır. Ancak aynı Tunku Abdul Rahman dönemindedir ki, ‘Malayların mutsuzluğu’ artarken, işin ucu anarşizme kadar gitmiştir. Bu ‘Malayların bu mutsuzluğu’ nasıl giderilir sorusuna verilebilecek cevaplar ise bizi bir ucun sömürge dönemine, diğer ucu 1970 ve sonrasında modern Malezya politikalarına dair epeyce bir araştırma ve öğrenme sürecine girmemize neden olmaktadır.
Marina’nın açılışına katılıp konuşma yaptığı ‘Demokrasi’nin İllüzyonları’ adlı kitaptan hareketle ülke siyasetinde başat etkisi olan siyasi yapının “İslamlaşma” yönünde olduğu belirtilen politikalarına ‘vurmak’ yerine, ülkede demokratikleşme süreçlerine dair neler olup bittiğini söylemesi daha yerinde bir çıkış olabilirdi.
Marina’nın ülkedeki İslamlaşma süreçlerine yaptığı atıf kadar, bu süreçleri ‘yönetenlerin’ söylemlerinin -en azından bir bölümünün-, son dönemde küresel olarak isim yapan terör yapısının söylemlerinden ayrıştırmada zorlandığını ifade eden cümleleri de epeyce üzerinde durulmayı hak ediyor.
Bu bağlamda, Malezya toplumunda İslamlaşma sürecinin sivil kanadından öte, siyasi ve toplumsal yaşamın neredeyse her alanına nüfuz eden ve bu anlamda etkinliği, tartışılmaz bir siyaset yapma biçimini gündeme getiren ‘İslamlaşma’nın şu veya bu şekilde bir başka ülkede karşımıza çıkabilecek sorunlarından bağımsız olmadığını söylemek gerekir.
Kaldı ki, 1990’lardan itibaren gündeme gelen ve küresel terör adıyla anılan yapıların başta Müslüman toplumları olumsuz etkilemesi ve bu terör yapılarının gündemi belirleyici eylemlerinin sadece Malezya Müslümanlarının değil, İslam toplumlarının sorunu olduğunu dikkate almak gerekir.
Bu anlamda, Marina Muhammed’in çıkışının mikroskobik bir bakışın ürünü olduğunu söyleyebiliriz. Bununla birlikte, içinde yaşadığı toplumu değerlendirmesi noktasında belirli çerçevede haklılık payını da dikkate almakta fayda var. Ancak burada unutulmaması gereken husus, Malezya İslamlaşmasının, altmış yıldır iktidarda olan bir siyasi yapının farklı dinamiklerle ortaya çıkarılmışlığı ve bunun sürdürülebilirliği konusundaki siyasi yaklaşımlarından bağımsız olmadığı da ortadadır. Üstüne üstlük bu egemen siyasi yapının ortaya koymuş olduğu yukarıdan aşağıya doğru hiyerarşik olarak yapılaştırılan İslamlaştırma modeline bizatihi farklı Müslüman çevrelerden eleştirilerin olmadığı da söylenemez.