Mehmet Özay 6 Kasım 2013
Lee Kuan Yew’un adının geçtiği her eserin merak uyandırdığını düşünürüm. Kuala Lumpur’da bir Japon ‘yatırımı’ olan en kapsamlı ‘kitapçı dükkânı’ “kinokunia”da “Bir Adam’ın Dünya Görüşü” başlığını taşıyan eserini gördüğümde de aynı meraka kapıldım. Bir solukta okunacak kitaplardan biri olduğuna hiç kuşkum yoktu. Öyle de oldu…
Eser, 2013 basım ve ‘Strait Times Yayınları’ arasından çıkmış. Çalışmayı nasıl bir kategoriye yerleştirsek acaba. Çünkü emekli bir devlet adamının anı kitabı diyemiyoruz. Ne de bir devlet adamıyla yapılmış röportaj olarak adlandırılmayı hak ediyor. Her ikisi birden…
Eserin başlığı bana, yaşı doksanbeşe varmış Lee’nin bir ayağı ‘çukurda’ olmasından ve biraz da naifce bir duyguyla ‘manevi’ eğilimleri ve ‘öte dünya’ ile kurduğu temasa dair görüşlerini okuyacağım izlenimi uyandırdı ilk etapta. Ancak eserin daha ilk sayfasından itibaren bu ‘yaşlı kurt’un genel anlamıyla devlet teşekkülü, idaresi, ekonomisi, kalkınması -veya kalkınamaması- gibi fenomenlerden hareketle çevresinde örülü ‘dünya’ya tanıklığını katı bir gerçeklikle ortaya koyuşuyla karşılaşıyoruz.
‘Çevresi’ ve ‘tanıklığı’ derken, sadece kurucusu değil her şeyi olduğu Singapur denilen Ada’yı teşkil eden birkaç yüz kilometrekarelik toprak parçası anlaşılmamalı. Lee’nin tanıklığı hiç kuşku yok ki, çok daha geniş bir coğrafyayı içine alıyor. Tıpkı eserin başlığında ifade edildiği üzere… Bir de kitapla ilgili görüşüne başvurulan şahısların kimliklerinde… Kim mi bunlar? Henry A Kissinger, Helmut Schmidt, Lee Myung Bak (Güney Kore Devlet Başkanı,2008-2013), George Schultz, Lord Carrington, Daim Zainuddin (Malezya eski Maliye Bakanı)… Hepsi de dönemlerinde ülkelerinde ya da çok daha geniş anlamda küresel politikalar yön vermiş kişiler. Bir anlamda Lee’nin halen hayatta olan ‘yaşıtları’…
Peki kitaba konu olan bu ‘dünya’ neresi onun zihninde ve tecrübesinde? Bu bağlamda, Ada’nın (Singapur) modern evrilme dönemi diyebileceğimiz kuruluşundan, yani bundan iki yüzyıl öncesinden başlamak gerekir. öyle ki, bu Ada ülkesi, iki yüz yıl öncesinden başlayan macerasından bugüne sadece Doğu ve Batı arasında değil, Güneydoğu Asya Müslüman Malay dünyasıyla Kuzey’de kalan, ancak Batı uluslararası ilişkileri tasarımına göre okunduğunda ‘Doğu Asya’ denilen topraklarla kurulan ilişkideki “aktarma organı” işlevinden bağımsız değerlendirilemez. Lee’nin payına düşense, neredeyse bu iki yüzyıllık sürecin biraz da abartma payımızı kullanarak söylersek yarısına yakınını teşkil ediyor.
Biyolojik olarak dünyada bulunduğu 95 yıllık süreye karşılık, bunun yaklaşık 70 yılını aktif ve yönlendirici pozisyonunda olduğu dikkate alındığında -ki kendisi 50 yılının devleti yönetmekle geçtiğini belirtir (s. 9), Lee’nin ‘dünya’dan kastı içinden neşet ettiği İngiliz Krallığı ve yanı başındaki Malaya’dan başlar ve bir ucunda Çin ve Japonya öteki ucunda ABD’nin olduğu tam tamına bir ‘dünyayı’ kuşatır. Biri öncekine devredilemeyecek dinamik ve pek çok siyasi ve sosyal yapılaşmanın eklemlendiği bir dünyadır Lee’nin içinde yaşadığı. Lee bu bağlamda ‘dünya’ya dair görüşlerini ortaya koyarken, hangi gerçekliğin tam da ortasına oturmuş toplumsal ve siyasal güçlerin etkin olduğundan hareket ediyor hiç kuşku yok ki.
Tam da bu noktada, giriş cümlelerinde dile getirdiğimiz üzere, Lee’den yaşından, kökleri ile bağlantısı ne kadar sağlıklı geliştiği problemli de olsa Çin gibi kadim bir medeniyetten gelmesinden, kanı bir türlü ısınmamakla birlikte her daim gözünün önünde varlığı sürekli tekrarlanan Malay gerçekliğinden hareketle bu 348 sayfalık eserinde bir ‘manevi duyuş’ ve ‘tecrübe’ aktarımı bulamıyoruz. Aksine Lee, progresif/kalkınmacı felsefenin nasıl mücessem kılınacağını ‘şek ve şüpheye’ yer bırakmayacak denli ortaya koymuş bir lider olarak maddi hayatı şekillendiren olaylar dizisine dair hiper-rasyonel, keskin, inatçı görüşlerini serdetmekle kalmıyor, yakın geleceğe dair projeksiyonlarla Ada’dan başlayarak dünya devlerinin ahvaline dair görüşlerini ortaya koyuyor. Bunu yaparken üzerinde epeyce kafa yorduğu son derece pratik politikalar üzerinden yapıyor. Bunun bir açılımını ise, devleti idare ettiği dönemlerde Malezya’ya, Çin’e, Vietnam’a, Myanmar’a, ABD’ye vb. yönelttiği eleştirilerin ‘haklılığının’ bugün nasıl ortaya çıktığını iddia etmesinde bulmak mümkün (s. 161, 199).
Eserin odağında ne var diye sorduğumuzda karşımıza ‘toplumsal değişim’ çıktığını görürüz. Bu toplumsal, ulusal, bölgesel ve küresel siyasette yürütülen ilişkiler ağının bir yansıması olarak ortaya çıkıyor. Hiç kuşku yok ki, her boyutuyla siyasal değişimin, toplum denilen bütün içerisinde zaman ve makânda öne çıkan ‘aktörlerin’ etkileşiminin bir ürünü olduğu da bir o kadar gerçek. Bu ikisinin önünde yer alansa “yerleşik kültür”. Lee’nin tanık olduğu, yönlendirdiği, katkıda bulunduğu tüm değişim süreçlerinde şu basamaklar dikkat çekiyor: kim, hangi araçlarla ve hangi yöne doğru değişimi yönlendiriyor? Bu anlamda Lee’nin analizlerinde Çin kadar Mısır, Myanmar, Suudi Arabistan için de aynı manzara ortaya çıkıyor. Çin’in niçin bir ‘Batı tarzı demokrasi olamayacağı’, Suudi Arabistan’da rejimin niçin değişemeyeceği; Mısır’da Mursi’yle değişimin niçin gelmediği; Myanmar’da korkularıyla yaşayan ordunun değişimi ne hızda istediği; Japonya’nın nasıl bir tür ‘demografik çelişkiler’ yaşadığı; Malezya’nın görece kalkınmışlığa rağmen, ulus-devlet sınırlarında pek de hakkıyla dolaşamadığı vs. Farklılaşmış kültürel yapılaşmalarla oldukça alâkalı.
Lee’nin dünyayı okuyuşu pasif bir etkinlik halinde ortaya çıkmıyor. Her ne kadar, zamanının tüm önemli liderleri ile teşrik-i mesaisi olmuş yaşlı bir siyasetçinin ‘anıları’ şeklinde de okunabilse de, eserde dikkat çekilen coğrafyalar ve ülkelerde olup bitenin zamanın dünkü parçasında atıl kalmamış, aksine bugünü yapılaştırmasından ve yakın geleceğe etkisinden hareketle dinamikliğine kuşku bırakmayacak bir etkileşime tanık oluyoruz. Bu bağlamda Lee’nin bu çalışmayı günümüzün iki önemli gücü ABD ve Çin üzerine bina ettiğini söyleyebiliriz. Ancak buradan hareketle Lee’nin ortaya koymak istediği küresel güç kazanımları ve çatışmalarını, son dönemde giderek daha net bir şekilde ortaya çıkan küresel yapılaşmayla sınırlandırmıyor elbette. ABD’nin Anglo-Sakson medeniyetinin temsilcisi olarak dünya sahnesine çıkışına, Çin’in ise köklü kültür yapısına temellenen bir okuma Lee’ninki. Merkeze aldığı bu iki siyasi bütünün etrafında şu veya bu şekilde dönemin şartlarına bağlı olarak yapılaşan diğer coğrafyalar ve ülkeler sıralanıyor. Bu noktada, Avrupa; Güneydoğu Asya ve Doğu Asya. Bu bölgeler içerisinde Japonya’nın, Almanya’nın ve de kendine has hususiyetleri ile Hindistan’a vurgusu kulak kabartmaya değer. Amerika’nın, 2. Dünya Savaşı’nda bir yandan Eski Kıta Avrupa’da Almanlara karşı, Pasifik’de de Japonlara karşı ‘nihai’ darbeyi indirmesi, dünya sahnesine bir güç olarak çıkışını sembolize ediyordu. Amerika’nın bu savaşta geldiği aşama, ekonomisinin ve teknolojisinin gücünü ortaya koyuyordu. Lee’nin yirminci yüzyılın ikinci yarısında savaşın mağlupları Almanya ve Japonya’nın ortaya koyduğu agresif kalkınma hamlesine değinirken, ideolojik ayrımına rağmen, Çin’in Deng Xiaoping döneminde ‘çıkışı olmayan bir yola girdiğini’ fark etmesiyle soluğu Batı eko-politilarında alışı üzerinde durur. Lee tam da burada, Xiaoping’e 1978 yılında Singapur ziyareti sırasında verdiği bir ‘aklı’ hatırlatır. “Harika bir şehir yaratmışsınız” cevabı karşısında Lee, “Biz bunu Güney Çin’den gelen topraksız Çinliler olarak yaptık. Siz daha iyisini yapabilirsiniz. Bilim adamlarınız, mühendisleriniz var…” Akabinde aradan pek fazla zaman geçmeden Xiaoping’in bürakrasiye ‘bir emir hüviyetinde’ verdiği ‘açılım söylemi içerisinde “Singapur’dan öğrenin” cümlesi elbette ki Lee’nin tebessümle hatırladığı bir anı olmuştur (s. 30). Tabii, ‘hikâye’ bu kadar da basit değil aslında… Bu topraksız Çinli köylüleri kimin eğittiği ve yol yordam verdiği vb. tarzında uzun meseleyi tartışmayacağım burada.
Bu sürecin ilk etaptaki yapılaşmasına, yeni nesil Çin lider kadrosunun Batılı eğitim almış dünyayı tanıyan ve İngilizce konuşabilen bir ‘elit kadro’ oluşunda tanıklık ederiz. Lee daha da ileri giderek bu ‘sınıfın’ kelimenin gerçek anlamıyla ‘komünistlikle’ falan bir alâkası olmadığını, aksine eğitim süreçlerinin doğrudan bir yansıması olarak pragmatisliği alabildiğince benimsediğini, zenginleşmeyi ve teknolojik gelişmişliği hedeflediğini iddia eder (s. 29).
Bir dönem, Japonya dünyanın ikinci en büyük ekonomisiyken Çin’de gerçekleşen devrim niteliğindeki kararla küresel ekonomi politikalarına endekslenme bugün Çin’i ABD ile karşı karşıya getiriyor izlenimi veriliyor. Güney Çin Denizi’ndeki Adalar sorunu özelinde bölge ülkeleriyle ağız dalaşının ötesine geçme yönündeki göstergelere rağmen, Lee’ye göre, ABD-Çin hesaplaşmasının pek o kadar da kolay ortaya konamayacak gibi gözüküyor. Ekonomisi hasarlı olsa da, ABD’nin teknolojik ve askeri üstünlüğüne karşı Çin’in ekonomik gücüne rağmen, henüz ABD standartlarında bir teknoloji ve askeri üstünlüğü yakalayamamış olmasının rolüne dikkat çekiyor… Bu noktada bu iki güç arasında barışın “Güneydoğu Asya’dan” geçtiği konusundaki görüşümüze destek bulduğumuzu ifade edebiliriz. Son dönemde Malezya ve Endonezya’nın Çin’le giderek artan ekonomik etkileşimlerinin ardında, ABD’nin bölgede kurmaya çalıştığı “dengelerin” bir yansıması kuşkusuz ki. Aynı ülkeler silah depolarını da ABD’den veya müttefiklerinden tedarik ediyorlar hiç kuşkusuz ki… İki güç arasında, yani ABD ve Çin bilek güreşinde, özellikle ASEAN ülkelerinin manevra alanının genişlediği gözlemleniyor. Bu alanı maharetle kullanabilmek ise söz konusu ülkelerin siyasi eliti ve bürokrasisine bağlı.
O zaman, ABD niçin bölgeye bu kadar ‘yükleniyor’ diye sorulabilir. Bunun tarihin bir tekerrürü olduğunu ileri sürersek abartmış olmayız. 1400’lü yılların sonunda Hint Okyanusu’na açılan Avrupalı güçler varlıklarını Hindistan-Malaka Boğazı-Takımadalar ve Çin’e doğru yaygınlaştırdıkça ‘iştahlarının’ daha da bir kabardığına tanık olunur. Sömürgeleştirmiş, yetmemiş emperyalistleştirmiş yetmemiş ulus-devletleştirmiş olduğu bu coğrafyada sözde ‘bağımsız’ ülkeler bütününün hâlâ Batıyı besleyecek içi dolu birer ‘hangar’ olduğunu anlamak zor değil. Kaldı ki, devir dünkü devir de değil pek. Artık Batı’nın ‘aklıyla’ ürettiğini tüketecek milyarlar var bu coğrafyada. Daha önce bir başka yazı vesilesiyle söylediğimiz gibi kapitalizm için merkez ha Washington olmuş ha Beijing pek farz etmez. Önemli olan ‘sistemik eyleme’ halel getirilmemesidir. Yukarıda Lee’den alıntıladık ya… Çin’in komünist ideoloji, eşitlik ve hürriyet gibi değerlere karşın son dönemde öne çıkan siyasi formatı ‘kapitalizmdir. Amerika da bu kapitalizm seferberliğinde Çin’i alabildiğine teşvik edecek ve dünya ekonomisine adaptasyonunu sağlayacak bir mekanizmanın peşinde (s. 84). Son APEC projesiyle Çin’i çevirme projesi de bunun bir parçası mıdır acaba?
Bugün Çin, adına 3. Dünya denilen bütünü için siyasi ideolojiyle mi, yoksa ekonomi politikaları ile mi göz kamaştırıyor? Bu arada bir de uyarı da bulunalım. Çin’i Amerika’ya karşı rakip görüp de ona yanaşma çabalarının temelde aynı kampa oynamak ya da oynamamakla alâkası var. Daha da ötesi yok bu işin. Amerika’nın Çin’i alttan almamasının ardında Anglo-Sakson ırkçılığı yatıyor diyebilir miyiz? Öyle yaz, özgürlükler yurdu Amerika’da hâlâ ırkçılık varlığını gizli/açık sürdürebiliyorsa, iş küresel hegemonyaya gelip dayandığında Amerika’nın meydanı ‘çekik gözlülere’ bırakmayacağı tartışılabilir mi?
Son söz olarak acaba diyorum Türkiye’de köklü üniversitelerden birinin davetlisi olarak Lee Kuan Yew’un ülkemize getirilemez mi? Dr. Mahathir’i dinleyenlerin muhalifini dinlemelerinde de fayda olacağına şüphem yok. Lee’nin meydan okumalarının işimize çokça yarayacağını söyleyebilirim.
http://www.dunyabizim.com/Manset/14954/le-kaun-yew-dunyayi-singapurdan-ogrenin.html