Mehmet Özay 29.02.2024
Dünyanın, kayda değer bir süredir doğru yönetilmediğine dair kaygılar, yerini bu sorun üzerinde düşünmek ve çözüm bulmak çabasından uzaklaşarak, giderek umutsuzluğa bırakıyor.
9 Kasım 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla sembolik anlamda Soğuk Savaş’ın sona erdiği söylemi, 26 Aralık 1991 yılında SSCB’nin çöküşüyle pratik olarak da tamamlanmıştı.
Ortaya çıkan bu durum, teorik olmasa da, pratik olarak oluşumuna zemin hazırladığı, Amerika Birleşik Devletleri’ne gönderme yapan, ‘tek kutupluluk’ olgusunun bir zafer olarak ilânıyla, yeni ve temel bir sorun olarak zuhur etmesi arasında geçen kısa süre, küresel ortamın yeni bir dönemle yüz yüze geldiğini gösteriyordu.
Belki, ilk etapta, ‘tek kutupluluk’ olgusunun küresel ortama getireceği varsayılan ve de olumlu olarak addedilen ‘neo liberal katkı’nın, pek de rasyonel olmadığı kısa sürede ortaya çıkmıştı.
Soğuk Savaş’ın sona ermesinden kısa bir süre sonra, küresel kamuoyu birbiri ardına önemli gelişmelere tanık oldu.
Özellikle kendini, Ortadoğu’da ABD öncülüğündeki Arap dünyasının bir bölümünü hedef alan işgal ve savaşlarla ortaya koyan ve ardından, bir şekilde devamlılık gösteren süreç, her türünden eşitsizlikler, tek-kutuplu küresel sistemin, küresel barış ve huzur için yeter sebep olamayacağının anlaşılmasında önemli göstergelerdendi.
Bunun yerine, alternatif arayışlarında ‘çok-kutupluluk’ olgusu yer etmeye başladı.
Kapitalizme alternatif mi?
Çok kutupluluk taleplerinin ardında, hiç kuşku yok ki, kapitalizm üzerinde temellendiği gizli/açık sömürünün varlığının önemli bir etkisi vardı.
Öyle ki, söz konusu bu sömürüyü neredeyse her platforma yayma amacıyla hareket eden bu sisteme karşı meydan okumalar, ‘çok kutupluluk’ talepleriyle birlikte gündeme taşındı.
Bu bağlamda, bir tür küresel adalet arayışında, güç ve servet paylaşımı olgusuna dikkat çekiliyordu…
Şayet dünya, ABD eksenli tek kutupluluktan kurtulur ve çok kutupluluğa evrilirse, güç ve servet paylaşımı da sağlanmış olacaktı.
Söz konusu bu çok-kutupluluk olgusu ve söylemi sanki, var olan küresel eko-politik ilişkilere alternatif üretmiş ve bu alternatif eko-politik sistem, kayda değer ülkelerce kabul görmüş gibi bir algı gizli/açık kendini ortaya koyuyordu.
Oysa, olan bitene bakıldığında ortalıkta, böylesi bir alternatiften bahsetmek mümkün değildi…
Çin’e bakış
O dönem itibarıyla, Batı’da bazı akademisyenler, düşünce kuruluşları yetkilileri ve siyasiler dışında, Çin’e henüz ciddi bir gönderme yapılmıyordu….
Bununla birlikte, Çin’in bir alternatif olmaklığından öte, yine Batı liberalizmi/neo-liberalizmi içinde kalacağı ve toplumsal dönüşüm yaşayacağı düşüncesi ve algısı da, kendini gizli/açık hissettiriyordu.
Bu durum, gelecek projeksiyonunun bir şekilde yine, Batı’dan geldiğini ortaya koymasıyla dikkat çekiciydi.
Geniş kesimlerin Çin’e yönelimle ilgili belirsizliklerinde, dönemin önemli bir geçiş süreci olmasının getirdiği özellikler unutulmamalı. Küresel toplum açısından bir arayışın olduğu kesindi, ancak tekrar olmakla birlikte, geniş kesimler için hedefin ve çözümün Çin olması pek mümkün değildi…
Ya da bir başka ifadeyle söylemek gerekirse, o dönem itibarıyla Çin’in, ne türden bir alternatif oluşturucağı konusu henüz muğlaklığını koruyordu.
Bu çerçevede, küresel toplum söylem ile pratikte yapılmak istenen arasında, gayet önemli bir açığın ortaya çıkmakta olduğunu fark etmekte gecikmeyecekti.
Tek kutuplulukda dikkat çeken ve ABD eksenli bir liberal/neo-liberal söylem hakim idiyse, ‘çok kutuplu’ olarak ortaya konulan kavramın akıllara getirdiği birden fazla küresel aktörün, belli bir eko-politik düzen veya birbirinden ayrışan eko-politik düzenlerin varlığına atıf yapılıyor olmalıydı.
Oysa, tek kutupluluğu temsil eden ABD’nin karşısında, rakip, eşit partner vb. bağlamlarda olacağı düşünülen herhangi bir temsili yapı görmek mümkün değildi.
Avrupa’nın alternatifliği
Bununla birlikte, ABD’yi karşısına alabilecek bir Avrupa düşüncesi, Batı dünyasının kendi içerisinde Atlantik boyutunda var olan kırılmayı onarmaya matuf bir yaklaşım olarak dillendiriliyordu.
Bu durum, çok-kutupluluk oluşturma sürecinin, Batı neo-liberal teori ve pratiğine sahip vya buna -en azından- söylem düzeyinde yakın ve aşina ülkeler arasında olduğu aşikârdı.
Bu noktada, Avrupa’nın ‘Birlik’ olmasına rağmen, ABD karşısında kutup oluşturabilecek bir ‘Birlik’ düzeyine ulaşıp ulaşmadığı sorgulanmaya değerdir.
Avrupa’yı İngiltere ve Hollanda dışarda tutacak olursak, eko-politik zeminde ABD ile kimi ölçülerde örtüşen bir zemin kadar, belki de daha çok örtüşmeyen yanlarıyla dikkat çeken ve birbirleriyle bütünlüklü değil, parçalı nitelik arz eden Avrupa ülkeleri bulunuyordu.
Aradan geçen süre zarfında Avrupa Birliği’nde yaşanan değişimler, Kıta’nın bir kutup oluşturacak bir ‘Birlik’ düzeyinde olmadığını kanıtlamış durumdadır.
Japonya umudu
Çok-kutuplaşmayı açımlamaya yarayacak bir diğer çıkış, yine o dönem itibarıyla Japonya’yı bir alternatif güç olarak konumlandırma söylemini dillendiriyordu ki, aslında bunun pek iler tutar bir yanı bulunmuyordu.
Nihayetinde karşımızda, 2. Dünya Savaşı veya Asya-Pasifik’te kullanıldığı şekliyle, Pasifik Savaşı sonrasının Japonya’sı bulunuyordu.
Japonya, -tıpkı Almanya benzeri-, sadece kendi ulusal sınırları konsepti ve ilintili alanları oluşturması kendi karar sürecine terk edilmediği gibi, eko-politik yapısı da, ABD tarafından çerçevelendirilmiş bir ulus devletti.
Bu durum, Japonya’yı çok kutupluluk söyleminde, kendi başına bir kutup olmaya yeter bir güç olarak ortaya çıkarmıyordu.
Alternatif arayışına devam
Bu durumda şu soruyu sormak gerekiyor: “1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılışıyla sembolleşen Doğu Bloku’nun çöküşünden sonra, Batı neo-liberal teori ve pratiğinden bağımsız bir alternatif yapı üreten eko-politik sistem çıktı mı?
Soruyu biraz daha genişleterek yineleyecek olursak, “Karşımızda -teorik-ideolojik bağlamda olmasa da, fiili ve fiziki olarak eriyip giden Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) özelindeki eko-politik yapının yerini alabilecek bir alternatif yapı var mıydı?” şeklinde zikredebiliriz.
SSCB’nin teorik-ideolojik varlığını olmasa da, fiili ve fiziki varlığını ortadan kaldırma becerisini gösteren liberal/neo-liberal ideolojinin gücünü pekiştirmesi, aslında küresel toplumun önemli bir bölümünün alternatif oluşturma gibi bir çabasından da söz edilemeyeceğini açık seçik ortaya koyuyordu.
Şayet böylesi bir alternatif var idiyse, o zaman bu alternatif örneğin niçin, SSCB’nin de varlık sürdüğü bir dönemde ortaya çıkma iradesi sergilememiştir?
Yoksa, o döneme kadar ‘büyük şeytan’ konumundaki -hangi şeytan daha büyük, kestirmek güç- SSCB’nin ortadan kalkmasıyla ansızın bir alternatif yapının zuhur etmesi mi bekleniyordu?
Bu durumda, salt SSCB’nin fiili ve fiziki varlığının sona ermesinin, küresel barışı getirmediği ortadadır.
Aksine, küresel barıştan giderek uzaklaşan veya bir süredir dillendirildiği üzere, ‘yeni bir Soğuk Savaş’ olgusunun oluştuğu/oluşturulduğu bir küresel gerçeklikle karşı karşıya kaldığımıza kuşku yok.
Bu durum, ne SSCB sisteminin ne de bu sistemi de içine alan 20. yüzyıl Soğuk Savaş döneminin olumlanması anlamına yorulmamalıdır.
Burada sorgulamaya değer olan, ABD gibi küresel bir eko-politik güç karşısında alternatif söylemlerle ortaya çıktığı iddiasındaki kesimlerin, niçin bir eko-politik teoriyi biçimlendirmemiş ve bunu pratiğe geçirememiş olmalarıdır.