Mehmet Özay 03.11.2021
Glasgow’da, 1-2 Kasım günlerinde gerçekleştirilen, Birleşmiş Milletler Katılımcılar Konferansı 26 (Conference of the Parties-COP26) adını taşıyan iklim zirvesi pek çok yönleriyle ele alınmayı hak ediyor.
Dünyada sera etkisini oluşması, yanı sıcaklıkların artması, buzulların erimesi, dünyanın çok farklı bölgelerinde, aynı anda farklı doğal afetlerin meydana gelmesi, hatta halen tecrübe etmekte olduğumuz pandemi gibi küresel kamu sağlığı sorunları ortak insanlık sorunları olarak anlaşıldığı söylenebilir.
Bu noktada, Glasgow’daki zirve, bazı önemli eksikliklerine rağmen, uzunca bir süredir beklenen toplantıların yapılması nedeniyle de, gayet önemli bir gelişme olduğuna kuşku yok.
Temel kararlar ve bazı çekinceler
Hemen kısaca, alınan belli başlı kararlar nedir diye bakıldığında öncelikle, ABD Başkanı Joe Biden’ın karbon emisyonu üretiminde ikinci sırada bulunan ülkesinin 2050 yılında karbon emisyonunu sıfıra çekeceğini ileri sürdü. Diğer ülkelerin bu hedefi yakalayıp yakalamayacakları ise meçhul. Örneğin, kalkınma yarışında rakibi Çin’in gerisinde kalmak istemeyen Hindistan 2070 yılını kendisine hedef seçmiş durumda.
Bu noktada özellikle, ABD Başkanı Biden’in dün yaptığı açıklamada üzerine basa basa söylediği gerçek yani, Çin ve Rusya’nın zirveye iştirak etmemesi üzerinde çokça durulması gereken bir konu…
Özellikle, Çin’in Glasgow’daki toplantılara katılmayarak, dünya kamuoyuna sorumluluğunu gizli açık ortaya koyduğuna değiniyordu Biden. Nihayetinde karşımızda, dünyanın en çok karbon emisyonu üreten birinci ve dördüncü ülkesi bulunuyor. Çin karbon yakıtların tüketimiyle dünyada oluşan kirliliğin yüzde 28’ini üretiyor.
Çin devlet başkanı Şi Cinpig toplantılara katılmasada gönderdiği heyet Çin’in fosil yakıtlarla ilgili çalışmaları ciddi şekilde sürdürdüklerini belirterek Çin’i suçlayan yaklaşımlara karşılık vermesi dikkat çekiciydi.
Dünyanın bu iki kalkınmış ülkelesinin toplantıya katılmaması, alınmak istenen tedbirler konusunda geniş kapsamlı bir konsensüs konusunda şüphe uyandırdığı gibi, önümüzdeki yıllarda bunların ne denli gerçekçi bir şekilde ortaya konulacağı hususunda da çekinceleri içinde barındırıyor.
Bu çerçevede, Çin ve Rusya gibi Batı ve özellikle de, Anglo-Sakson dünyasına muhalifliğiyle öne çıkan iki önemli dünya gücü toplantılara katılmamasını, zirvede arzu edilen tartışma ve çözüm bulma imkânlarını kısıtladığına kuşku yok. ABD devlet başkanı Joe Biden’ın son gün yaptığı açıklamalarda, bu durum kendini açıkça ortaya koyuyor.
Öte yandan, çeşitli anlaşmalara imza atan ülke sayılarının niceliksel boyutunun yanıltıcı olmaması gerektiğini de vurgulamakta yarar var.
Pandemi süreci hassasiyeti
Glasgow’daki iklim zirvesinin, şu anki rakamlarla dünyada beş milyonun üzerinde insanın yaşamına mal olan, önemli ekonomik darboğazların oluşmasına yol açan ve henüz sona ermemiş pandemi sürecinde, küresel toplumun insani hassasiyetlerini yansıtan bir yönü olduğunu söylemek mümkün.
Bununla birlikte, iklim değişikliğini merkeze alan bu küresel zirvenin, dünya toplumlarına ne vaad ettiği konusu önemli. Zirvede ev sahibi İngiltere ile ABD’nin ağırlığının hissedildiğine kuşku yok.
Açılış günü podyumda yer alan üç isim aslında bunu sembolik olarak ortaya koyuyordu. Ortada Joe Biden’in olduğu solunda Birleşmiş Milletler genel sekreteri Antonio Guterte ile ev sahibi konumundaki İngiliz başbakanı Borris Johson…
Borris Johnson, küresel toplumun bugün karşı karşıya bulunduğu tehlikeyi kıyamet senaryosuyla ortaya koyarken, gizli açık kültürel egemen bir yapı kazandırmak adına, İngiliz film endüstrisinin ‘başarılı’ ürünlerinden James Bond filmindeki bir olguya gönderme yapıyordu.
İklim değişikliğini nasıl anlamalı?
Günümüzde doğal afetler şeklinde popülerleştirilen ve küresel kamuoyuna ulaştırılan konunun aslında, salt kömür ve petrol tüketimi, hidro elektrik ve nükleer santrallar, ormanların tarım arazilerine açılması vb. bazı alt yapı geliştirilmesinden ibaret değil.
Ya da, bir baska deyişle sadece, dünyanın karbon emisyonu üreten tüm ülkelerinin, söz konusu bu emisyonu belirli bir seviyenin altına indirmesiyle sınırlı bir olgu olmadığını görmek gerekiyor.
Karbon emisyonuna yol açan sadece kömür ve petrol gibi karbon yakıtları gündelik yaşamda karşılığını bulan tüketim süreçleriyle ilintili konular değil.
Küresel toplumun bu temel hammadde ve enerji üretim süreçlerinin tüm yaşam alanlarını kapsayan biçimlendirici özelliğini anlamadan, herhangi bir ülke yöneticisinden başlayarak sokaktaki sıradan vatandaşa kadar değişim zincirini hakkıyla yerine getirmesini beklemek mümkün değil.
Glasgow’un sembolik değeri
Niçin Glasgow şehri seçildi diye sormakta yarar var. İngiltere ve Kıta Avrupası’nda 16. yüzyılda başlayan tedrici değişim süreçlerinde Glasgow şehri, deniz ticareti ile öne çıkan ve zamanla Avrupa’dan ithâl ettiği hammadde ürünleriyle imalât sanayini geliştiren ve böylece İngiltere’nin endüstrileşmesinde önemli pay sahibi olan şehirlerden. Yani, Glasgow ticaret kapitalizminden sanayi kapizalizmine geçişte ana damarlardan birini oluştuyordu.
Bugün küresel iklim değişikliğine bu şehrin seçilmesinin gelinen noktada bizatihi iklim değişimliği sürecinde ürettiği sanayileşmesiyle, karbon emisyonlarıyla, çevre kirliliğiyle kayda değer rol almış olan bir şehrin seçilmesinde, ironik bir durumda kendini ortaya koyuyor. Şöyle bir argüman da geliştirilebilir tabii ki… Aradan geçen uzun dönemler sonrasında, artık Glasgow böyle bir kirlilik kaynağı değil, ya da en azından ilk sıralarda yer almıyor. Aslında dikkat çekilmesi gereken de tam burası…
Glasgow örneğinden devam etmekte yarar var… Nihayetinde ortada geçmişte oluşturulan bir prototip oluşturulması süreci var… Şu yanılsama tuzağına düşmemek gerekir. Batılı gelişmiş ülkelerin ‘katı sanayileşmeyi’ aştıkları ve ‘smart sanayileşmeye’ adım attıkları argümanı ile artık dünyayı kirletenlerin Batılı gelişmiş ülkeler ve toplumlar olmadığı aksine, “ötekiler” olduğu söylemi bugün gizli/açık ortaya konmaktadır.
Küresel kapitalizm ve suçlular
Bugün gelinen noktada Çin’in, Rusya’nın, Hindistan’ın, Brezilya’nın ve bunların ardından gelmekte olan gelişmekte olan diğer bazı ülkelerin sorumlu tutulmak istenmesinin ardında, yukarıda kısac dikkat çekilen tarihsel bağlam unutulmamalıdır.
Ancak bu bağlamı oluşturan, kendini küresel yönetim ve ekonomi modelinin rol biçimlendiricisi olarak ortaya koyan Batı’nın tam da kendisi. Kaba ve katı sanayileşmenin kömür madenleri, petrol sondaj ve üretim merkezleri, ormanları ve tarım arazilerini ortadan kaldıran dev hidro elektri santralleri, nükleer santraller gibi dev yatırımlar bağlamında doğa üzerinde bıraktığı yıkıcı sürecin başlatıcısı Batı Avrupa’nın ve Kuzey Avrupa’nın bizatihi kendisidir.
20. yüzyılın hiyerarşik ve kalkınmacı modernleşmeleri bağlamında dünyanın geri kalan toplumlarına, “… Bizim gibi olmak istiyorsanız, aynı yoldan gitmeli, aynı süreçleri yaşamalısınız” diyen ve bunun propagandasını eğitim kurumlarıyla, medya ile, hatta sinema ve eğlence sektörüyle dünya kamuoyunun içselleştirmesini sağlayanlar, bugün dönüp Çin’i veya diğer bazı ülkeleri suçlamaları rasyonel bir tutum örneği olarak değerlendirilemez.
Batı’nın üretim süreçlerinde kullanmakta vazgeçtiği araç ve mekanizmaları, bununla birlikte, mutlaka üretilmesi gereken onbinlerce ürünü ortaya koyacak şekilde doğunun ve güneyin kalkınmakta olan ülkelerine ihraç etmelerinde bir masumiyet aramak mümkün gözükmüyor.
Toplantıya katılmayan Çin’i önemli kılan en önemli husus şu anki verilerle dünyanın en çok karbon emisyonu üreten ülkesi olması. Bunda şaşılacak bir şey yok, aslında. Ne de bu durum şayet küresel bir sorumluluk yüklüyorsa bunu tek başına üstlenecek olan da Çin olmamalıdır.
Çin’in ekonomik modernleşmeye kasıtlı ve bilinçli olarak adım atmaya başladığı 1970’lerin ikinci yarısından itibaren giderek endüstrileşmesinde, dünyanın imalât merkezi haline gelmesinde salt Çin siyasi elitinin rolü bulunmuyor.
O günlere dönüp bakıldığında, ABD’nin Soğuk Savaş döneminde karşısında bulunan, 2. Dünya olarak da adlandırılan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) ve uydu ülkelerine karşı kapitalizmin, yüzyıl sonunda ve gelecek yüzyıl yani 21. yüzyılda nasıl bir yapı kazanması gerektiği yönündeki öngörüleri ve hatta plânlamalarının bir sonucudur.
Bu noktada, salt bir ekonomi sistemi olarak değil, gündelik yaşamda sıradan bireylerin yaşam tarzlarını da içeren geniş kapsamlı bir siyasal, sosyo-ekonomik ve kültürel yapı olduğu gerçeği karşısında kapitalizmin her daim kendisini yenileme ihtiyacıdır ki, Çin kapitalist bloğa davet edilmiştir.
Bugün iklim değişikliğini gündeme getiren Birleşmiş Milletler gibi küresel yapılar karşısında kıyamet senarsoyu çizenler ile hayır böyle bir şey söz konusu yok, doğa kendisini yeniler diyenler veya insanoğlunun gelişme seviyelerini dikkate alarak “bu sorunun da üstesinden geliriz” diyenlerin tartışmaları sona ermiş değli. Bu noktada, iklim değişikliği konusu bu yüzyılın en önemli konularının başında geldiğine ise kuşku yok.