Mehmet Özay                                                                                              18.05.2022

Türk siyasal tarihinde yaşanan dönüşümler, sadece 1923 yılında başlayan ve birkaç on yıl boyunca devam eden Yeni Cumhuriyet evresindeki gelişmelerle sınırlı olmayan aksine, bunun çok daha öncesinde başlayan Batılılaşma ve modernleşme çabalarını ele almayı gerektirmektedir.

Söz konusu dönüşümler içerisinde kayda değer bir yeri olan eğitim-öğretim kurumlarının varlığı dikkat çekicidir.

Bu noktada, Osmanlı döneminde özellikle de, 19. yüzyıl içerisinde başat bir eğitim kurumu olarak medrese yapısının reforma tabi tutulması sonrasında bu yapının kurumsal uzantıları, Yeni Cumhuriyet’e evrilen dönemde kendine yer bulabilmiştir.

Siyasi erk ve İmam-Hatip

Bu süreçte, dini eğitim-öğretim kurumlarının bir başka deyişle, medreselerin ve ardından, ortaya çıkan ve bugüne kadar varlığını geliştirerek ve değiştirerek sürdüren İmam-Hatip okulları, diğer okul türleri arasında kendine özel bir yer edinmiştir.

Bu ‘özel’ yerin, öncelikle Yeni Cumhuriyet’in kurucu iradesi tarafından belirlenmiş bağlamı kadar, yaşanan dönüşümlerin ardından çeşitli toplumsal kesimlerin talep ve arzuları doğrultusunda elde edilen bir yapısı bulunmaktadır.

Aslında iki farklı alanmış gibi gözüken bu durum çatışma olarak algılanmaya müsait olduğu gibi, gelişmelerin seyrine bakıldığında ortada bir tür diyalog kurma çabasının da olduğunu söylemek mümkün.

Kurucu siyasi iradenin bu alanda ortaya koyduğu çaba şuna tekabül etmektedir: Yeni Cumhuriyet’in eğitim-öğretim kurumlarını düzenleyen 1924 tarihli Tevhid-i Tedrisat kanunuyla kurumsal yapısı sabitlenen imam-hatip okulları, böylece diğer eğitim-öğretim kurumlarından farklı olarak önemli bir yasal dayanağa kavuşmuştur.

Değişime doğru: Dış ve iç faktörlerin etkisi

Bununla birlikte, bu tarihten başlayarak birkaç on yıl içerisinde yaşanan siyasal dönüşümler, söz konusu okulların geniş eğitim kurumu içerisindeki varlığını sonlandırmasıyla, gayet önemli bir siyasal ve toplumsal çelişkiyi de ortaya koymuştur.

Bununla birlikte, 20. yüzyılın ortalarına doğru yeni ve güçlü bir değişim süreci kendini hissettirmeye başlamıştır. Böylece, kayda değer bir siyasal ve toplumsal dönüşüm zemininin oluşmaya başladığı görülmektedir.

Bu durumun, 1923 ve sonrasında devlet erki tarafından baskın bir şekilde gündeme getirilen devrimler özelinde oluşturulan siyasal yapının iç ve dış faktörlerin etkisiyle, bir anlamda kendi içinde evrime uğramasıyla ortaya çıkmıştır.

Bu noktada, Yeni Cumhuriyet döneminin söz konusu bu erken döneminde egemen olan siyasal söylem ve yapının bir tür geçiciliği şeklinde anlaşılmaya müsaitse de, olan biteni Yeni Cumhuriyet’in sadece, kendi iç siyasal ve toplumsal dinamikleri ile anlamlandırmak da pek mümkün gözükmemektedir.

Öyle ki, bunun ötesinde, dönemin küresel gelişmeleri ve özellikle de, 2. Dünya Savaşı sonrası oluşan siyasal gelişmeler, ayrışmalar, kamplaşmalar, Türkiye’de de karşılığını bulduğuna vurgu yapmakta yarar var.

Yeri gelmişken, bu dış faktör etkisinin dönemi anlamlandırmada pek de hakkıyla ele alınmadığını söyleyebiliriz.

Bunda, hiç kuşku yok ki, dönemin küresel güçleri diyebileceğimiz ulus-devletlerinin ve bloklaşmalarının Türkiye üzerine politikaları, bu politikaları tartışan ilgili ülke parlamento görüşme kayıtları, dönemin yayın organları vb. gibi gayet önemli bir veri çokluğunun varlığı kadar muhtemelen linguistik donanımla bağlantılı bazı nedenlerin bulunduğu ifade edilebilir.

Merkez-çevre tanımlaması

Bu noktada, 1923-1945 arası dönemin -ki bu dönemi de kendi içinde alt dönemlendirmelerle ele almak gayet önemlidir- imam-hatip okulları bağlamında kısa süre sonra ortaya çıkan dışlayıcı siyaset, yeni ulus-devlet nizamı içerisinde yer alan çeşitli toplumsal kesimlerin, merkez siyasetin dışına itilmesinin ya da zaten başından itibaren, bir şekilde bu sürecin dışında tutulmuş olmalarının bir izdüşümüne tekabül etmektedir.

Söz konusu bu dışarıda bırakılan toplumsal kesimler, ilerleyen dönemlerde bazı çevreler tarafından şemsiye kavram olarak gündeme getirilen “muhafazakâr” kavramı ile tanımlanmaya çalışıldıkları görülmektedir.

Bununla birlikte, bu kesimlerin -en azından belirli bir bölümünün- kendilerini tanımlarken ‘Müslüman’ kavramına müracaat etmelerinin gündemde yer alan bu iki kavram arasında, toplumsal ve siyasal bağlamıyla farklılaşmanın var olduğuna işaret ettiği göz ardı edilmemelidir.

Bu noktada, Müslüman kavramının muhafazakâr içerisinde yer alabileceği düşünülebilirse de, bu kavramın Batı siyaset bilimi içerisindeki yerinden hareketle, sınırlı bir boyutta olabileceğini de unutmamak gerekir.

Dışarlıklılar ve dönüşüm talebi

İmam-hatip okullarının yeniden gündeme gelmesinde, yukarıda kısaca dikkat çekilen dış faktör olarak özellikle de, 2. Dünya Savaşı’nın bittiği 1945 yılı Ağustos ayından itibaren Avrupa özelinde bölgesel ve bunun dışında, küresel gelişmelerin Tek Parti rejimine konu olan Türkiye üzerine doğrudan yansımaları olmuştur.

Bu değişmelerin, dönemin siyaset dünyasında karşılığı önce 1949 yılında imam-hatip kursları ki, bazı coğrafyalarda karşılaşıldığı üzere akla, Kur’an Kursları veya Kur’an Okulları kavramını getirmektedir- ve ardından, 1951’de okullaşma ile kendine Türk toplumunda yeni ve önemli bir yer edinme sürecine girmiştir.

Siyaset dünyasında ortaya çıkan bu değişmenin bir yerinde, 1945’li yılların ikinci yarısında Tek Parti iktidarına konu olan siyasi kurumda yaşanan ayrışmanın kayda değer rolü bulunmaktadır.

Öyle ki, bu noktada dönemin küresel koşulları kadar, ülke içerisinde -sosyal, kültürel ve siyasal bağlamıyla- geride bırakıldığı ifade edilebilecek toplum kesimlerinin kendilerine ulaşılmasıyla veya bu kesimin ilgili gizli/açık muhalefet oluşumuna kendilerini tanıtmalarıyla ortaya, yeni bir toplumsallık yaklaşımı ve bunun siyasal görünümleri çıkmaya başlamıştır.

Bu durum, Yeni Cumhuriyet’in modernleştirmeci toplumsal zeminini oluşturan üst ve orta sınıfların şehirlerdeki egemen varlığı karşısına, zamanla tedrici olarak gerek şehirlerde ‘geride bırakıldığı varsayılan’ diğer katmanların gerekse, taşradaki/kırsaldaki çeşitli toplumsal kesimlerin çıkmakta olduğu görülür.

Temelde bu durum, bazı çevrelerde bir karşı siyasal akım/bağlam olarak algılansa da, aslında olan biten var olan modernleşmenin söz konusu farklı kesimlerce paylaşımına doğru atılan ilk örnekleri olmasıyla dikkat çekmektedir.

Bu durum, Türkiye’de adına muhafazakâr denilen toplum kesimlerinin göç-şehirleşme-eğitim süreçlerine paralel olarak merkezle karşılaşması, merkeze kendini tanıtmaya çalışması, çatışmanın yerini sözde-diyaloga bırakması ve dönüşüm işaretleri olarak iktidar değişikliği ve buna yönelen karşı-söylem birbirini takip eden ve hatta zaman zaman iç içe geçmiş süreçleri oluşturmaktadır.

Bu noktada, İmam-hatip okulları, söz konusu dışlama-tanıtma süreçlerinin tam da odağında yer alan kurumsal yapısıyla, gayet önemli bir konumda bulunmaktadır.

LEAVE A REPLY