Mehmet Özay                                                                                                                   24 Ekim 2013
Kamboçya’da 28 Temmuz’da yapılanseçim sonrası ortaya çıkan siyasi kriz sürüyor. İktidardaki Halk Partisi’nin son on beş yılın en düşük siyasi kazanımını elde ettiği seçimlerde kimi kuruluşların ifadesiyle seçmenlerin %13’ünün oy kullanamadığı belirlenmişti. Seçimlerin ardından ise, muhalefeti oluşturan Kamboçya Ulusal Kurtuluş Partisi’nin düzenlediği gösteriler nedeniyle ülkede halk tabiri caizse ayakta…
Eylül ayında Başkent Phnom Penh’deki Özgürlük Meydanı’nda yapılan gösterilerde can kaybı ve yaralanmalar yaşanırken, 23 Ekim Çarşamba günü, yani dün başkentte başlayan ve üç gün süreceği belirtilen gösteriler öncesinde, binlerce güvenlik görevlisi şehrin kilit noktalarına konuşlanırken, Emniyet Müdürlüğü sözcüsü göstericilere karşı ‘daha temkinli’ olacaklarını açıkladı. Muhalefet ile ilgili kurumlar arasında yapılan toplantılarda gösterici sayısı, mekânı vb. gibi konularda net bir sonuç elde edilemezken, muhalefet gösterileri gerçekleştirmekte kararlı. Eylül ayındaki gösterilerde yaşananların ardından muhalefet lideri Sam Rainsy, bu yeni gösterilerde ‘şiddet yanlısı tarafın kendileri olmayacağını’ kamuoyuyla paylaşıyordu. Daha önceki yazılarımızda, polisin göstericilere şiddetle karşılık vermesi halinde ülkede toplumsal kargaşanın yaşanabileceğine atıfta bulunmuştuk. Hiç kuşku yok ki, İçişleri Bakanlığı kadar hükümet de konuya hassayisetle yaklaşıyor. Polis, Özgürlük Meydanı’na çıkan yollarda barikatlar kurarken, gösteriler dolayısıyla akşam altından itibaren sokağa çıkma yasağı ilân edildiği belirtiliyor.
Bu seferki gösterilerde söylem yerel boyuttan uluslararası boyuta taşınıyor. Muhalefetin toplanan iki milyon dilekçeyi, Khmer Rejimini sona erdiren ve siyasi barışın ilk adımı olarak gösterilen “Paris Anlaşması”na taraf olan ülkelerin büyükelçiliklerine ve Birleşmiş Milletler ofisine vermesi bekleniyor. Anlaşma metnine göz attığımızda birkaç ülkenin değil, tamı tamına 18 ülkenin olduğu görülüyor. Tahmin edilebileceği üzere ASEAN’a üye ülkelerin tamamının yanı sıra, bugün ASEAN’la siyasi ve ekonomik işbirlikleri yürüten ülkelerin olduğu görülüyor. Bu sürecin öncesinde muhalefet lideri Sam Rainsy, yurt dışı gezisinde Birleşmiş Milletler’in derhal ülkedeki duruma müdahil olması ve seçimlerle ilgili yolsuzlukların araştırılması konusunda uluslararası bir komite kurulmasını talep ediyordu.
Seçimlerin ardından muhalefet partisi, seçimlere hile karıştırıldığı iddiasını sürdürmekle kalmıyor, konuyu uluslararası arenaya taşıyor. Öte yandan, ülkenin manevi lideri konumundaki Kral Norodom Sihamoni, iktidar ve muhalefet arasındaki gerilimin daha fazla büyümeden liderler arasında yapılacak görüşmelerle barışçıl bir şekilde sonuçlandırılması çağrısında bulunmuştu. Kral’ın bu çağrısının ne kadar olumlu sonuç verdiği ise şüpheli. Aradan geçen sürece ve özellikle de, 28 Eylül’de Parlamento’da muhalefetin katılmayı reddettiği yemin töreninin yapılmasının ardından Hun Sen liderliğinde beş yıl boyunca görev yapacak iktidarın görev süresi onaylanırken, mulafelet bu gelişmeyi ‘anayasal darbe’ olarak yorumluyordu. Üstüne üstlük Kral Parlamento’daki törene katılmamakla birlikte, Hun Sen’in başında olduğu Halk Partisi’nden hükümeti kurması çağrısında bulunması bu süreçte Kral’ın kimden ne tür bir ferâgat istediği daha net ortaya çıkıyor.
Aslında ülke yakın tarihinde bu ilk değil… Bu bağlamda, yakın geçmişte yaşanan bir hadiseyi hatırlatmanın yeridir. Ülkede ilk demokratik seçim olarak tarihe geçen ve Birleşmiş Milletler nezdinde gerçekleştirilen 1993 seçimlerini Prens Norodom Ranariddh’in partisi birinci sırada bitirmiş. Hun Sen’in partisi ise ikinci sırada yer almıştı. Ancak Hun Sen, siyasi ittifakları ve özellikle ordu gücünü bir baskı aracı olarak kullanarak “iktidar paylaşımı” mücadelesinden zaferle çıkmıştı. Bu gelişmenin ardında kuşkusuz ki, dönemin Kralı Sihanouk’un seçimleri kazanan “Funcinpec Partisi”nin başında bulunan ve Başbakanlığı hak eden oğlu Prens Ranariddh’den ‘iktidarı paylaşması’ yolundaki ‘telkini’ önemliydi.  Burada akla Kral’ın bundan muradı neydi sorusu geliyor haklı olarak. Manevi babası konumundaki Kral, siyasal yaşamda nükseden bu gelişmeni ülkede ‘yeniden’ bir iç savaşa dönüşmesindense, “istikrarın” öncelenmesini “toplumsal adaleti” daha sonra elde edilebileceği yönündeki yaklaşımından kaynaklanıyordu. Bugün bu sürecin bir benzerinin yaşandığını söyleyebilir miyiz? Eylül ayında yapılan Parlamento Yemin Töreni yapıldığına ve Kral sessiz kaldığına göre cevabımız evet olabilir. Parlamento’yu açma gücünü kendinde bulan Hun Sen’in önemli dayanaklarından birinin ordu ve polis üzerindeki kontrolü olmadığını kim iddia edebilir. Ancak bu sefer halk meydanlarda… Başbakan Hun Sen, bu Kral onayına rağmen, rahat bir şekilde koltuğunda oturabilecek mi?
Kaldı ki, Monarşi ailesine mensup Prens Sisowath Thomico muhalefet partisi içerisinde aktif rol aldığı gibi, seçimlerde yaşanan usulsüzlükleri ve de Başbakan Hun Sen’i protesto amacıyla açlık grevine bile gitti. Kamboçya’daki bu seçim isyanının ardında otuz yıla varan Hun Sen iktidarının yanı sıra, Başbakan’ın daha birkaç on yıl daha iktidarda kalma hevesini kamuoyuyla paylaşmış olmasını da unutmamak lazım. Bölge ülkelerindeki iktidar partileri veya Başbakanlar bağlamında bakıldığında pek kanıksanacak bir durum olmasa da, değişen siyasi ve toplumsal koşullar nedeniyle Kamboçya halkı siyasi farklılığın peşinde olduğunu ortaya koyuyor. Halkın en azından bir bölümünün seçimlerden neredeyse üç aya yakın bir sürenin geçmesine rağmen, halen ‘seçim usulsüzlüklerinin’ giderilmesi konusunda ısrarı ve konuyu gündemde tutması ülke genelindeki memnuniyetsizliğin yansımalarından biri olarak okunabilir.
Ülke içerisinde süren bu iktidar mücadelesinin iç dinamikleri dışında dış dinamikleri ve aktö
rlerinden de söz edilebilir. Bu bağlamda, Batılı unsurların ASEAN ve APEC çerçevesinde giderek daha çok dikkat çektiği gözlemlenen bölge ülkelerinde ekonomik ve ticari gelişmişlik öngörülürken, halklar tıpkı Batıdaki ‘özgürlükleri’ kendi gündelik yaşamlarına yansıması arzusundalar. Bunun itici gücü, ülkenin son birkaç on yılda Batı’da eğitim görmüş orta sınıf aydınları ile bunların Batılı etkileşimlerinin ülke gündeminde belirleyici olabilecekleri düşünülebilir. Tabii bu noktada, ülke ekonomisi diğer çevre ülkelere kıyasla geri kalmışlıkla tanımlansa da, ülkenin dünü ve bugünü arasında bir değerlendirmeye gidildiğinde ortada fark olmadığı söylenemez. Bu sürecin, bölge ve batılı ülkelerin yatırımlarıyla daha da yapısal güç kazanmaya başladığı göz önüne alındığında, burada ekonomik kazanımların kimler elinde toplandığı da üzerinde durulmayı hak ediyor. Siyasi elitin aile bağlarıyla ülkenin kilit ekonomi arterlerini elinde tuttuğu gizli saklı bir husus olmadığından, özellikle ASEAN ekonomik işbirliğine doğru gidilen süreçte ekonomik zenginliğin halkla ne kadar paylaşılıp paylaşılmayacağı meselesi de gündemin önemli maddelerinden.
sosyal sistemleri içerisinde debaşta ekonomik olmak üzere şu veya bu şekilde sosyal gelişmişlik düzeyini artırmayı hedefleyen kapsamlı programların
Gösterilerin devam ettiği süreçte, muhalefetin hükümete yönelik eleştirilerini seçim komisyonu üzerinden yapması birkaç ay sonunda karşılığını bulmuş olmalı ki, hükümet kanadı Seçim Komisyonu’nun ‘demokratikleştirilmesi’ yolunda adımlar atmaya hazırlanıyor. Bu çerçevede ülke siyasal yaşamına ‘çoğulcu liberal demokrasi’, ‘yasaların hakimiyeti’ vb. gibi kavramların da giderek daha sık bir şekilde kullanılmaya başlanacağı anlamına geliyor. Gerçi “Paris Anlaşması”nda (1991) ‘çoğulcu liberal demokrasi’ye atıf olsa da, aradan geçen süreçte pek de işlerlik kazandırılmadığı görülüyor. İktidar ve muhalefet arasında Eylül ayında yapılan kimi görüşmelerin ardından seçimlerin ‘adil’ bir şekilde gerçekleştirilmesi için yeni bir yapılanmaya ihtiyaç olduğu sonucu çıkmıştı. Nihayetinde bu yıl sonunda yapılması plânlanan kapsamlı görüşmelere davetler yapılmaya başlandı bile. Bu gelişmede ülke içi iktidar-muhalefet etkileşiminin olduğunu düşünülse de bununla sınırlı olmadığı da bir gerçek. Çünkü hükümetin ‘demokratikleştirme’ sürecine davet ettiği oluşumlar arasında sadece ulusal kurumlar değil, uluslararası siyasi organizasyonlar da yer alıyor. Özellikle Fransa sömürgesi olması dolayısıyla bugün dahi Fransa’nın ülke siyaseti üzerinde şu veya bu şekilde müdahalesinden söz etmek mümkün. Öyle ki, Khmer Rejimi’nin sona erdirilmesi süreci de nihayetinde Paris’te yapılan müzakerelerle hayat bulmuştu.
Hükümetin bu son adımının, bitmek bilmeyen eleştiriler ve gösterilere bir yanıt olduğu kesin. Bölgedeki benzer örnekleri ve de iktidar kanadının muhalefetin ‘bağımsız bir araştırma komisyonu kurulması’ talebine olumsuz yanıt verdiği dikkate alındığında hükümetin bu son önerisinin zaman kazanma adına paylatif bir sürece yöneldiği şeklinde de yorumlamak mümkün. Ülkenin son otuzyılına damgasını vurmuş iktidar yapısının değişmesi yönünde Batılı kurumların bir girişimi söz konusu olduğu gibi, ülkede yatırımları ile dikkat çeken örneğin Çin ve Güney Kore gibi kimi bölge ülkelerinin bu statükodan vazgeçmeme adına iktidara destek vermeleri de söz konusu.
Hun Sen Hükümeti kurmasına rağmen, Kral’ın çekinceleri, muhalefet partisi’nin parlamentoda yer almayı reddetmesi, halkın gösterilere iştiraki gibi gelişmeler Başbakan’ın siyasi meşruiyetinin sorgulanmasına yol açıyor. İktidar partisi, bölgedeki örneğin Tayland gibi kimi ülkelerde muhalefet karşısında gösteri yapma kabiliyeti gösterirken Hun Sen kendisine sadece ordu ve polis gücünün varlığını dayanak noktası yapıyor. Kaldı ki, bağımsızlıktan ve Khmer Rejiminin sona erdirilmesinden sonra ülke uluslararası çevrelerin şu veya bu şekilde müdahalelerine açık hale geldiği de kesin. Bu çok aktörlü siyasi çatışmada son noktanın öyle pek de yakın gelecekte konulacağına dair ibareler de henüz belirmiş değil.

LEAVE A REPLY