Mehmet Özay                                                                                              26.11.2020

ABD’de başkan ve hükmet değişikliğine hazırlanırken, yeni başkan Joe Biden’in önünde halledilmesi gereken epeyce sorun bulunuyor. Bu yoğunluk içerisinde yeni yönetimin balayı dönemini bile geçirmeye vakti olmayacağını söylemek mümkün.

Bir yandan, sadece Afrika kökenli Amerikalılarla sınırlı olmayan ırk ve dini bağlama taşan tartışmaların oluşturduğu bölünmüş ABD toplumunda, sosyal yaraları sarma gibi iç meseleler kayda değer bir yer tutuyor.

Öte yandan, Donald Trump yönetiminin Avrupa’dan Doğu Asya’ya kadar son dört yılda ABD’nin ikili ve bölgesel ilişkilerinde kırılmalara ve gerilemeler konu olan uluslararası politikaları bulunuyor.

ABD’de yaşanan tüm sarsıntılara ve son dönemde ABD yönetiminin neden olduğu tüm sarsıntılara rağmen, küresel olarak gözlerin bu ülke yönetiminde olduğuna kuşku yok.

Ekonomik gücü bir yana, küresel politikalarda sahip olduğu belirleyicilik, ikili ilişkiler ve bölgesel birlikler üzerinde ABD’yi güçlü bir aktör kılıyor.

Trump’ın güçlü bir Amerika oluşturma hedefiyle, ‘önce Amerika’ söylemi bir yandan içe kapanmacılığı öngörürken, aynı zamanda küresel arenada çatışmacı bir yönelimi de gizli/açık içinde barındırıyordu.

Bugün yeni başkan Joe Biden’in, “Amerika geri dönüyor” şeklindeki açıklamasını, uluslararası politikada ABD’nin yeniden güçlü ve aktif bir aktör olarak belireceği anlamı taşıyor.

ABD yönetiminde paradigma değişikliği anlamı taşıyan bu söylemin, iç politikada ne gibi değişiklikler olacağı konusunda ilk işaretleri  şimdiden verdiğini söylemek mümkün.

Özellikle, Biden’in hükümette yer vereceği isimlerin etnik kökenleri ki bunlar arasında tarihsel bir yanılsamanın sonucu olarak yanlış bir şekilde Red Indians olarak adlandırılan, Yerli Amerikalılar, Latin Amerika kökenli bakanların ya da üst düzey yöneticilerin olması, ABD toplumuna verilen kayda değer mesajlar niteliğinde.

Bu söylem ve şimdilik öne sürülen hükümet üyelerinin isimlerine bakıldığında, ABD’nin geri dönüşünün sembolik bağlamıyla toplumsal birlik ve konsensüsün oluşturulmasına yönelik adımlar olduğunu söylemek mümkün.

Trump dönemi yıkıcılığı

Trump yönetiminin içe kapanmacı yönelim sergilemesine rağmen, bunun dış politikada var olmasına tam anlamıyla mani olmamakla beraber, yapıcılık yerine, daha çok çatışmacı bir yaklaşımı benimsemesi şeklinde tezahür etmiştir.

Bu noktada, o döneme kadar birincil sorun olarak ortaya çıkmayan alanlarda yeni gerginliklere sebebiyet verirken, var olan gerginlik alanlarının daha da artmasına neden olmuştu.

Bu yönde Asya-Pasifik bölgesinde Trans Pasifik İşbirliği Anlaşması’nda (Trans Pacific Partnership Agreement-TPPA) çekilmesinin tüm bölgede oluşturduğu güven boşluk kadar, Çin’le yaşanan Güney Çin Denizi sorununun ticaret savaşlarıyla giderek genişlediğine tanık olunmuştur.

Öte yandan, Kuzey Kore devlet başkanı Kim Yong-un ile yapılan görüşmelerde hedef, daha önceki yönetimlerce çözülememiş Kore Yarımadası sorunu çözümüne olumlu bir başlangıç yapmasına rağmen, sonunun getirilememiş olması, açıkçası Trump yönetiminin bölge ülkeleriyle ilişkilerindeki gerginliğin ve dışlamacı politikalarının bir sonucuydu.

Bunun bir sonucu olarak, Singapur görüşmelerinin ardından ikinci görüşmenin gelmemesi, ABD’nin Doğu Asya’da beklediği statüko değişimini getirmedi.

Bu durum, Trump yönetiminin Kore Yarımadası’nı iyi çalışmadığının göstergesi olarak yorumlanmaya açık.

Kaldı ki, Trump bu görüşmeyle, Kore Yarımadası  sorunu bağlamında doğrudan etkisi altında olan ve bu nedenle belirleyicilik özelliği taşıyan bölge ülkelerini dışlamasının, bu sürecin başarısızlığında kayda değer bir rolü bulunuyordu.

Dış politika’da yeniden yapılanma beklentisi

Joe Biden’in, son dört yılın politikalarını aşmak için gayret sarf edeceği anlaşılıyor. Bununla birlikte, genel itibarıyla küresel ilişkilerde ABD’nin yeniden masa başında liderliğe başlayacağı yönündeki açıklamalarını temkinli karşılamak lazım.

Bir önceki dönemde içe kapanan bununla birlikte, diğer bölgesel ve küresel aktörleri dışlayan politikadan pek de farkı olmayacak şekilde bir küresel liderlik vurgusu, ABD’ye arzu ettiği yenilenmeyi getirmeyeceği gibi, diğer ülke ve bölgesel birliklerden kabul görmesini de zorlaştıracaktır.

ABD yönetiminin yaşanan yeni dönemin özelliklerini göz ardı etmek yerine, Doğu ve Güneydoğu Asya’da oluşan ekonomi odaklı güç merkezleriyle yeniden yakınlaşması gerekiyor.

Bu çerçevede, Çin’in ekonomik gelişmişliğine rağmen, siyasal ve toplumsal olarak Batı liberal sistemine adaptasyonunun gerçekleşmemesi karşısında, ABD askeri çözüm yerine yenilikçi politikalar gündeme getirmelidir.

Bu noktada, Biden yönetimi bölge ülkelerinin kahir ekseriyetince Asya-Pasifik coğrafyasının bir çatışma evrenine dönüştürülmemesi konusundaki çıkışlarını dikkate almalıdır.

Bu yönde önemli adımlar atılmasını sağlayacak en önemli argüman ise, ‘demokratikleşme’nin uluslararası ilişkilerde yeni bir paradigma olarak gündeme getirilmesi olacaktır.

Japonya gibi gerek ekonomik kalkınmışlık gerekse küresel ticarette kayda değer yer alan ve/ya almaya başlayan tekil ülkeler ile ASEAN gibi bölgesel birlikler, ABD’nin ‘öncülük’ rolü yerine ortak alınacak kararlarla ve hedefler noktasında sağlanacak konsensüslerle sürecin yönetilmesi beklentisi içindedirler.

Biden yönetiminin ilk etapta işini kolaylaştıracak husus, Barack Obama döneminin yarım kalmış bazı açılımları üzerinden bölge ülkeleriyle yeniden aynı kulvarda yer almak olacaktır.

Böylesi bir yaklaşım, bölge ülkeleri nezdinde ABD’ye, son dönemde kaybedilen uluslararası inandırıcılık ve güvenilirliği yeniden kazanmasına yol açacaktır.

Önümüzdeki dönemde, genel itibarıyla küresel kamuoyu özelde ise Asya-Pasifik bölgesi yönetimleri ve kamuoyu, yeni bir ABD liderlik vurgusu yerine, ilkeler çerçevesinde örülmüş yeni bir uluslararası ilişkiler görmek istiyor.

LEAVE A REPLY