Mehmet Özay 16.11.2021
ABD devlet başkanı Joe Biden ve Çin Halk Cumhuriyeti devlet başkanı Şi Cinping arasında uzun süredir beklenen görüşme nihayet dün yani, 15 Kasım Pazartesi günü gerçekleşti.
Dünyanın iki en büyük ekonomik gücünü oluşturan ABD ve Çin devlet başkanları arasındaki görüşmenin, güvenlik eksenli olması dikkat çekiciydi. Özellikle, son bir yıl içerisinde giderek ivme kazanan Tayvan sorunu, zirvenin ilk sırasında yer aldı.
Rekabet mi çatışma mı?
Rekabet mi çatışma mı söylemleri gölgesinde geçen zirve, iki liderin ‘nazik’ söylemleri ile şimdilik tarafların birbirlerini anlama konusunda en azından istekli olduklarına işaret ediyor.
Beyaz Saray yetkililerinin, ‘bu zirvenin herhangi bir ciddi sonuç doğuracak şekilde algılanmaması’ yönünde basına yaptıkları açıklamaya bakılırsa, yüz yüze görüşmelerin belirleyiciliği çok daha büyük önem taşıyor.
Biden’in bu konudaki tavrı da açık zaten… Örneğin en son olarak, Şi Cinping’in G-20 ve Birleşmiş Milletler İklim Zirvesi’ne (COP26) katılmamasına yönelik eleştirileri buna yönelik gayet net açıklamalar içeriyor.
Beyaz Saray yetkililerinin temkinli tutumuna karşılık, ilk olumlu tepkilerin küresel borsa merkezlerinde kendini göstermesi hiç kuşku yok ki, liderler arasında geliştirilen diyalog dilinin oldukça önemli bir gelişme olduğuna işaret ediyor.
Toplantıda ele alınan konular, başkanların söylemlerinin küresel piyasalarda olumlu algılanmasına rağmen, bu sürecin ne şekilde sürdürülebileceği ise şimdilik meçhul.
Güç ve tehdit arasında iletişimsizlik
Sanal ortamda gerçekleştirilen liderler zirvesinde ABD başkanı Biden, mevkidaşına “niyetlenilmiş veya niyetlenilmemiş olsun çatışmadan kaçınılması gerektiği” konusundaki söylemi, bir anlamda gergin olan ilişkiler üzerine bir zengin dalı hükmündeydi.
Şi Cinping ise, böylesi bir olasılığın varlığını gizli/açık ortaya koyarcasına, iki ülke arasında “iletişim bozukluğuna” vurgu yaptı. İki süper güç olarak adlandırılan ABD ve Çin arasında, iletişim çağında yaşanan bir iletişimsizliğin varlığına işaret eden bu söylemin ikna edici olduğunu düşünmek pek mümkün gözükmüyor.
ABD ve Çin arasında var olduğu söylenen “iletişimsizlik” sorunun aslında yaşamaması için gayet önemli mekanizmaların olduğu biliniyor.
Öyle ki, ikili (bilateral) ilişkiler ve bu imkânın neden olduğu görüşme trafikleri bir yana, iki ülke üst düzey yöneticilerini Asya-Pasifik Ekonomik İşbirliği (Asia-Pacific Economic Cooperation-APEC, Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği (Association of Southeast Asian Nations-ASEAN, G-20, Birleşmiş Milletler (United Nations-UN) gibi yıl içerisinde periyodik olarak gerçekleştirilen toplantıların varlığı hiç kuşku yok ki, anlaşmazlıkların çözümü için yeter oranda zaman ve çaba sağlanmasına elveriyor.
Olsa olsa, tarafların birbirleriyle iletişimlerinde dinlemenin dışında karşı tarafa mal edilen bir içkin söyleme inanmadan kaynaklanan, dışlayıcı bir iletişimden bahsetmek mümkün.
Tayvan stratejik sorun
İki ülke arasında yaşanan sorunların girişte belirtilen Tayvan’la sınırlı olmadığı aksine, Tayvan’ın görece arka sıralarda bırakacak çok daha önemli sorunların var olduğunu hatırlatmakta yarar var.
Bununla birlikte, Tayvan’ı öne çıkaran unsurların başında Tayvan demokratik yönetiminin Pekin’e yönelik ‘eşitlikçi ve demokratik’ dil kullanmasının azımsanmayacak bir önemi olduğunu söylemek gerekiyor.
Dünkü zirveye gelene kadar Çin yönetimi, en azından son bir yıllık süre zarfında, ABD’nin geliştirmekte olduğu söylemler ile Tayvan Boğazı’ndaki deniz gücü varlığını artırması, ‘demokrasi güçleri’ olarak da adlandırılan Japonya, Hindistan, Avustralya ve ABD eksenli Quad ve Avustralya, İngiltere ve ABD’nin oluşturduğu Aukus gibi uluslararası işbirlikleri gibi fiili gelişmeleri kendisine ve de bölgeye yönelik tehditkâr bir tutum olarak tanımlıyor.
ABD’nin bu tutumuna karşılık olarak ise, iki gücün birarada var olabileceği bir uluslararası sistem arzusunda olduğunu da açıkça ortaya koyuyordu. Çin yönetimi açıkçası, çatışmadan değil, rekabetten yana bir uluslararası sistemin var olmasını arzu ediyor.
Tabii bunları gündeme getiren aynı Çin, Tayvan üzerindeki tarihsel politikasını uygulama yönünde kendinden veya dışardan kaynaklanan nedenlere dayanarak, içinde askeri seçeneğin de olduğu, her yola başvurmaktan geri durmayacağı söylemini de göz ardı etmemek gerekir.
Çin güç dengesi arayışında
İki ülke arasındaki çatışması politikaların adının sabık devlet başkanı Donald Trump dönemindeki, ‘ticaret savaşları’ kavramıyla oraya konulsa da, temelde bu gelişme sadece, sorunların görünün yüzünü teşkil ettiğini söylemek mümkün.
ABD-Çin arasındaki gerginliğin ve bunun çatışma ortamına ve zaman zaman tanık olunduğu üzere sıcak çatışmaya evrilebilme potansiyelinin ardında, salt bir ekonomik rekabetten bahsetmek mümkün değil.
Çin’in devlet aklının tarihten aldığı derin bir güçle hareket ettiğini söylemek gerekiyor. Bu akıl, kendini 1949 yılında Mao Zedong ile resmileştiren komünist devrimle başlatılmak yerine, köklü Çin tarihi ve bunun ürettiği devlet geleneğinden kaynaklandığını unutmamak gerekir.
Uzun tarihi süreçte, Çin kendisine mal edilen nesnellik durumundan kurtulmanın ve bunun da ancak, 2. Dünya Savaşı sonrasında ABD’nin temsil ettiği Batı’nın elinde var olan ve güç anlamına gelebilen her ne varsa onu edinmenin ve bunlarla öne geçmenin adı olduğu ortadadır.
Asya-Pasifik’in kazançlı çıkacağı bir ilişki türü
ABD ve Çin’in uzlaşmacı politikalarının hiç kuşku yok ki, en çok ASEAN ve Asya-Pasifik bölgesinde memnuniyetle karşılanacağına kuşku yok. Bu iki ekonomi devinin, başta ikili ticari ilişkiler çerçevesinde ortaya koyacakları işbirliği eğiliminde sergileyecekleri politikaların, bu alanla sınırlı kalmayacak etkileri olacağını düşünmek mümkün.
Bununla birlikte, pembe bir tablo çizmek yerine, ilişkilerin sürdürülebilir bir yapıya kazandırılmasının, aynı zamanda farklı ülke ve blokların da bu işbirliğine destek olmalarından geçtiğini söylemekte yarar var.
Bu noktada, örneğin, Çin’in kara ve deniz ipek yolları ve/ya kuşak-yol inisiyatifiyle kıtalararası ticaret ve ekonomiyi yönetme konusundaki agresif tutumunun salt bu alanla sınırlı olup olmadığı konusundaki endişeler; Tayvan Boğazı’nda statükoyu değiştirmeye matuf girişimler; Çin’in Güney Çin Denizi’nde teritoryal hakimiyet söyleminin ve bunu icraata geçirmesinin neden olduğu ASEAN üyesi beş ülke yani Filipinler, Malezya, Vietnam, Bruney ve Endonezya ile yaşanan inişli çıkışlı çatışmacı ortam adı geçen gelişmelere konu olan bölge ve ülkelerin doğrudan ve dolaylı katılımını gerektiren bir boyut arz etmektedir.
Biden ve Chinping zirvesine konu olan ikili ilişkiler sahip oldukları kapsam alanları açısından Asya-Pasifik bölgesini yakından ilgilendiriyor. Bu durum, sadece Çin’in bu bölgede yer almasından değil, aksine ABD’nin büyük bir Pazar, önemli bir üretim merkezi ve yakın siyasi ve askeri müttefiklerinin bulunduğu bir yer olmasından kaynaklanıyor.
Bununla birlikte, ASEAN örneğinde ortaya çıktığı üzere bölgede salt bir tek gücün varlığının onaylanmaması, orta büyüklükte ve bölgesel bir güç olarak kabul edilen bu birliğin iki süper güç ilişkilerinde yapıcı rol oynayabileceğini de ortaya koyuyor.
ABD başkanı Biden’in yüz yüze görüşmelerin yerini hiçbir şeyin tutmayacağı inancı hatırlandığında, dün yapılan zirvenin ardından, ilişkileri barışçıl çerçevede yapılandırmak adına, en kısa sürede iki başkanın biraraya gelmesinin olası olduğunu söylemek mümkün.