Mehmet Özay 06.02.2019
Almanya başbakanı Angela Merkel’in 4-5 Şubat günlerinde Japonya’ya yaptığı resmi ziyaret, temelde iki ülke arasındaki ilişkileri geliştirmeyi hedeflese de, yine iki ülkenin sahip olduğu değerler itibarıyla küresel etkisinden söz etmek mümkün.
Bu ziyaret sırasında savunma, güvenlik ve aralarında Hint-Pasifik bölgesi, Afrika ve Batı Balkanlar’da işbirliği konular gündeme gelirken, küresel ekonominin üçüncü ve dördüncü sırasını paylaşan iki ülke ilişkilerinde ekonomik yakınlaşma dikkat çekicidir. Bu bağlamda, söz konusu işbirliğinin iki ülkeyle sınırlı olmayıp, aksine küresel eko-politik üzerindeki etkileri ile ele alınmayı gerektiren bir boyutu içeriyor.
Bu noktada, Merkel-Abe zirvesinin, Haziran ayında Osaka’da yapılacak ve dünyanın yirmi büyük ekonomisinin devlet ve hükümet başkanlarını biraraya getirecek olan G-20 toplantıları öncesinde gündem belirlemeye matuf bir yanı vardı.
Serbest ticaret vurgusu ve pratiği
İki ülke ekonomik ilişkilerinde serbest ticarete bağlılık ve bunu geliştirmeye yönelik adımlar ve söylemlerle gündeme getirdi. Merkel’in Tokyo ziyaretinden birkaç gün önce yürürlüğe giren ve neredeyse tüm gümrük vergilerini ortadan kaldıran Japonya-AB serbest ticaret anlaşması, Bretix sürecinde İngiltere’siz bir AB’de Almanya’nın başarısı olarak görülebilir.
Bu anlaşmanın yanı sıra, Merkel ve Abe’nin görüşmelerinde serbest ticaret olgusunu yüksek sesle dile getirmeleri dünya ekonomisinin gidişatı karşısında bir yol rotasına işaret ediyor. Japonya ve AB’nin dünya ekonomisinin gayri safi hasılasının yüzde 28’ine tekabül eden ekonomik varlığı ve yukarıda dile getirilen anlaşma bu açıdan önemli bir gelişme olarak ele alınmayı hak ediyor.
G-20’le hazırlık ve Trump karşıtlığı
Merkel’in ziyaretinin zamanlaması hem G-20 öncesi olması hem de serbest ticareti engellemeye yönelik politikaların gündeme geldiği bir döneme rastlamasıyla dikkat çekiciydi.
Bu bağlamda, söz konusu bu ziyaretin iki temel karşı duruşu bulunduğunu ileri sürebiliriz. İlki, ABD’de Trump yönetimi ile birlikte bir ulusal politika olarak ortaya çıkan korumacı ekonomi politikalarına karşı serbest ticaret ilişkilerine güçlü bir vurgu taşıyor.
İkinci olaraksa, ABD’de yaşanmakta olan bu sürecin bir uzantısı olarak değerlendirilmeyi hak eden ABD-Çin arasında, -her ne kadar anlaşma yoluna girdiği izlenimi verse de-, Asya-Pasifik bölgesini ve küresel ekonomiyi etkileyen ticaret savaşları sürecine de gönderme yaptığına şüphe yok.
‘Önce Amerika’ olgusuna Abe tepkisi
Trump yönetiminin ‘önce Amerika’ sloganı ve bunun belki de en ciddi karşılığı olarak gündeme gelen ticaret savaşları söylem ve pratiği, küresel siyasette çatışmacı üslup ve eğilimlerin uluslararası kamuoyunda kaygıyla izlenmesine neden oluyor. Ekonomik istikrarsızlık ve siyasal belirsizlikler ve hatta gerilemeler bazı ülkeleri gelişmeler karşısında, önleyici dalgalar oluşturma adına öne çıkmaya zorluyor.
Asya-Pasifik bölgesinde bu sürece karşı duran örneklerden ilki hiç kuşku yok ki Japonya. Şinzo Abe’nin, Trump’la çatışmacı bir ilişki kurmak yerine, Japon nezaketiyle yumuşak zorlamalar ve ikna çabalarıyla uluslararası ticarette arzu edilen liberal değer ve pratiklerin sürdürülmesi ve hatta geliştirilmesi konusundaki çabalarına geçen iki yıl boyunca tanık olundu.
Son dönemde Abe yönetiminde yeniden bölgesel ve küresel eko-politikada öne çıkma arzusunu güçlü bir şekilde dile getiren Japonya’nın bu çabasının gizli/açık bölge ülkelerince desteklendiği de gözlemleniyor.
AB Merkel’le ABD’ye direniyor
Öte yandan, ABD-AB ilişkilerinde tatmin edici bir atmosferin olduğunu söylemek mümkün değil. Bunu yine Trump faktörü ile değerlendirmek gerekiyor. Bununla birlikte, ABD-AB ilişkilerinde gerginliğin, ABD-Çin ilişkilerinde olduğu denli önemli bir boyuta çıktığı iddia edilmeyebilir. Bunun özellikle tarihsel ilişkiler gibi anlaşılabilir nedeni olduğu da aşikâr.
Ancak bu durum, ABD-AB arasında ortaya çıkma emareleri veren serbest ticaret alanındaki anlaşmazlıklar, aşırı sağın yükselişi ve küresel iklim değişikliği gibi konularda yaşananlar Almanya’yı AB bloğunun belki de doğal lideri olarak Trump’la karşı karşıya bırakıyor. Bu bağlamda, AB’yi sadece ekonomi anlamında değil, siyaset anlamında da domine eden bir Almanya’nın varlığı göze çarpıyor.
Almanya-Japonya çıkışı
Bu gelişmeler bağlamında Almanya-Japonya liderlerinin verdikleri mesajlar, küresel ilişkilerde yukarıda dikkat çekilen çatışmacı gelişmeler karşısında bir denge arayışının ürünü olarak değerlendirilebilir. Ve bu gelişme, hiç kuşku yok ki, Asya-Pasifik bölge ülkeleri tarafından da merak ve ilgiyle takip ediliyor.
Bu bağlamda, Merkel’in ziyaretine konu olan gelişmeler ve yapılan görüşmeler sonrasında ortaya çıkması muhtemel yapıyı nasıl değerlendirmeliyiz sorusu gündeme geliyor kaçınılmaz olarak. Aslında burada belirleyici olan iki temel unsur olduğunu söyleyebiliriz.
İlki, 2 Şubat günü ABD yönetiminden gelen ve Çin’i “otoriter kapitalizm”le suçlayan açıklamaydı. Açıklama, Çin’in son yirmi yılda giderek agresif bir şekilde ekonomik büyüme eğilimlerine karşılık, bu ekonomi sisteminin sosyo-siyasal değerleriyle uyuşmayan yapılaşmasına atıfta bulunuyordu.
Yani, bu ‘yeni’ ekonomik yapılaşma küresel liberal demokrasi kavramına içkin tüm değerlere yönelik bir tehdit olarak algılanıyor. Bu değerlendirmeye rağmen, aynı ABD yönetiminin Trump’la birlikte ortaya koymakta olduğu siyasi ve ekonomi alanındaki eğilimlerin kendi içinde bir çatışma ve çelişki olduğu da dile getirilmesi gereken bir konu.
İkincisi ise, Foreign Affairs’ın son sayısında kapak başlığını “Dünyayı Kim Yönetecek?” soru cümlesiyle atıf yapılan unsur. Bu iki unsur, tam da yukarıda dile getirmeye çalıştığımız ilişkiler bağlamına oturuyor.
AB içinde Almanya maharetiyle geliştirilen ve Japonya ile varılan serbest ticaret anlaşması küresel liberal ekonominin kurallarına bağlılığa ve sadakate bir vurgu niteliği taşıyor. Bu işbirliği, diğer önemli ekonomileri de yanına alarak, hem ABD hem Çin’in ihlal etmekte olduğu düzeni kurma ve istikrara kavuşturma noktasında önemli bir gelişmeye yol açacaktır.