Mehmet Özay 21.04.2021
ABD’de Joe Biden yönetimi geçen hafta, ilk uluslararası ziyaretçisi olarak Japonya başbakanı Yoshihide Suga’yı ağırladı.
Bu ziyaret, hem iki ülke ilişkileri hem de küresel gelişmeler çerçevesinde bir sürpriz olmadığını söyleyebiliriz. Öyle ki, son dönemde ABD’nin uluslararası alandaki işbirliklerine bakıldığında, Japonya’nın ilk sırada yer aldığı ve Suga’nın bu ziyaretin de bunun yeni bir kanıtı olduğu ortada.
Kovid-19’un etkisinin ABD’den Japonya’ya kadar etkisini yeniden gösterdiği bir dönemde gerçekleşen bu ziyaretin ana konularından biri, küresel pandemi olsa da, temelde iki ülke ilişkileri kadar özellikle, Asya-Pasifik veya önümüzdeki dönemde adını giderek daha çok duyacağımız Hint-Pasifik ilişkileri öne çıkıyor.
Moral destek önceliği
Öncelikle Suga’nın ziyaretinin aşağıda değinilecek sorunlu ilişkilerin istikrara kavuşturulması konusundaki başlangıç olmasından öte, hem ABD hem Japonya için moral bir destek anlamı olduğuna kuşku yok.
Son dönemde ABD’nin uluslararası çevrelerle ilişkilerine bakıldığında kendisini böylesine güçlü ve güvende hissedeceği bir ittifak gücünü zor bulması, Japonya’yı ABD’nin sadece ikili ilişkileri bağlamında değil, küresel politikalarında da vazgeçilmek bir partner kılıyor.
Hatırlanacağı üzere, bundan beş yıl önce de, sabık başkan Donald Trump Beyaz Saray’daki yerini aldığında, ilk ziyaret dönemin Japonya başbakanı Şinzo Abe tarafından gerçekleştirilmişti. Bugün başbakan Suga tarafından benzer bir ziyaretin gerçekleştiriliyor olması, akıllara bu ikili ilişkide hiyerarşik olarak ABD’yi ön plâna çıkarttığı intibaı verebilir.
Ancak, bunun tersinin de, bir o kadar iddia edilebilecek boyutları olduğunu söyleyebiliriz. Yani, bugünkü koşullarda ABD’nin Japonya’ya ihtiyacının çok daha belirgin olduğu iddia edilebilir. Bu nedenle, yukarıda başbakan Suga’nın ziyaretinin teknik sorunlar ve politikalar dışında en başta moral bir değer olduğunu söyledik.
Yakın dönemin kırılgan politikaları ve yeniden yapılanma
ABD’nin kendi iç sorunları, Trump döneminde Avrupa Birliği ile gerilen ilişkiler, Asya-Pasifik bölgesinde yüzyılın ticaret anlaşması olmaya aday Trans Pasifik İşbirliği Anlaşması’ndan (Trans Pacific Partnership Agreement-TPPA) Trump yönetiminin çekilmesi, küresel iklim değişikliğinde yaşanan politika değişiklikleri geçen beş yılda iki ülke ilişkilerinin ana gündem maddeleri olarak dikkat çekiyordu.
Bu durum, son beş yıllık süre zarfında belki de, Pasifik Savaşı’ndan sonra iki önemli ittifak gücü arasında böylesine olumsuzlukların ilk defa yaşanması anlamına geliyordu.
Özellikle, TPPA’nın sadece iki ülke ilişkileri açısından değil, Asya-Pasifik’ten başlayarak yeni bir ekonomi bloğunun tesisinde bu ittifakın iki güçlü üyesi yani, ABD ve Japonya ilişkilerinin yeni bir yapılaşmaya konu olması bekleniyordu.
Bugün böyle bir ekonomik birlik ihtimalinin, en azından yakın vadede yeniden gündeme getirilmesini beklemek pek mümkün değil.
Öte yandan, TPPA’ya alternatif olarak Çin önderliğinde Bölgesel Kapsamlı Ekonomik İşbirliği (Regional Comprehensive Economic Partnership-RCEP) anlaşması imzalanmış olsa da, Çin’in gerek bu anlaşma öncesinde gerekse sonrasında sergilediği bölgesel politikalar güven vermekten uzak bir görünüm çiziyor.
Bununla birlikte, bu durum, söylem ve eylemler ile siyaset ve ekonomi arasında farklılaşmalar olduğu ileri sürülerek, RCEP’in yakın dönemde aktif olarak hayata geçirilmesine mani olmayacağı ve diğer ülkeler gibi Japonya’nın da, Çin’le gayet iyi ilişkiler içinde olacağı yönünde bir görüş ortaya konulabilir.
Ancak bu ilişkilerin güvenlik risk maliyeti dikkate alındığında Çin hiç kuşku yok ki, bölge ülkeleri için sürdürülebilir bir partner olma özelliğini henüz taşıdığı söylenemez. Bu noktada, var olan ekonomik ilişkilerin ve işbirliklerinin ise çokça pragmatik temellere dayandığı ortadadır.
Bu çerçevede, Çin’in Doğu ve Güney Çin Denizleri ile Tayvan Boğazı üzerinde ortaya koyduğu politikalar söylemin ötesinde, askeri ve sivil yapılaşmalar olarak kendini ortaya koyması, başta Japonya olmak üzere bölge ülkeleri nezdinde kabul edilebilir bir gelişme olarak değerlendirilmiyor.
Asya-Pasifik’ten Hint-Pasifik’e ABD ilgisi
ABD’nin bu bölgedeki gelişmelere, sadece Japonya, Filipinler, Avustralya gibi bölgedeki müttefiklerinin varlığı dolayısıyla ilgi gösterdiğini düşünmek de yanlış. Aksine, bu durum, ABD’nin Pasifik Savaşı sonrasında belirlediği küresel ekonomik ve siyasal yapılaşmasının bir ürünüdür.
Söz konusu bu jeo-politik durum, zamanla jeo-ekonomik bir boyut kazanırken, günümüzde bu yapının jeo-stratejik bir evreye evrildiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
Kaldı ki, Pasifik Savaşı sonrasının Batı Pasifik bölgesi ve nihayetinde Asya-Pasifik olarak belirginlik kazanan teritoryal zemininin, bugün artık Hint-Pasifik boyutuna evrilmiş olması, bölgenin sadece ekonomik açıdan değil, siyasal bağlamda da genişleme gösterdiğinin bir kanıtıdır.
Bölge tarihine göz attığımızda modern ulus-devletler öncesinde Hint-Pasifik kavramının varlığına rastlanırken, bu yaklaşımı yeniden gündeme taşıyan ismin sabık Japonya başbakanı Şinzo Abe olduğunu hatırlamak gerekir.
Abe’nin 2007 yılında Hindistan ziyaretinde gündeme getirdiği Hint-Pasifik kavramsallaştırması, sadece Japonya’nın jeo-ekonomik ve jeo-politik hedefleri olarak kabul edilemeyeceğini düşünebiliriz.
Bu noktada, 2001 yılında Japonya savunma güçlerinin Hint Okyanusu’nda ABD’nin Afganistan operasyonlarına verdiği lojistik destek, 2007 yılında gerçekleştirilen Malabar deniz tatbikatına ABD ve Hindistan ile birlikte katılımı, Japonya’nın Hint Okyanusu bağlamında pratik gelişmeleriydi.
Öte yandan, Trump yönetimince 2018 yılında “ABD Hint-Pasifik Stratejik Çerçevesi” adıyla gündeme getirilen, bölgeyle ilgili yeni politika taslağında bu kavrama yer verilmiş olması ve bugün Biden yönetiminin bu kavramsallaşmayı benimsediği yönündeki intibalar, gelişmelerin Asya-Pasifik boyutunu aşmakta olduğuna işaret ediyor.
Bu durum, bir yandan Doğu-Güney Çin Denizleri’nin Hint Okyanusu ile bağının ne denli geliştiğini ortaya koyarken, ittifaklar ağına, tüm handikaplarına rağmen, yeni bir aktör olarak Hindistan’ın da girmek üzere olduğuna işaret ediyor.
Yukarıda dikkat çekilen hususlar, iki ülke ikili ilişkilerinin küresel bir mahiyet arz ettiğini açıkça ortaya koyuyor. Dolayısıyla, bugün ABD’nin Japonya ile ittifakı, özellikle Okinawa Adası’nda konuşlanan ABD birliklerinin varlığının ötesinde bir anlam taşıyor.
Bu çerçevede, Japonya başbakanı Suga’nın ziyaretinin ABD’nin Asya-Pasifik’ten Hint-Pasifik’e evrilmekte olan politikalarına zemin teşkil etme noktasında gayet önemliydi.
Suga-Biden görüşmelerinin olumlu geçmesi, Trump döneminde oluşan hasarın giderilmesi ve ABD yönetiminin özellikle, Asya-Pasifik bölgesine yönelik ilgisinin yeniden gündeme gelmesi açısından da kayda değer bir aşamaya tekabül ediyor. Bu noktada, iki ülke ittifakının bölgesel yansımalarının önümüzdeki dönemde yeni boyutlar kazanabileceği söyleyebiliriz.