Mehmet Özay                                                                                              29.01.2022

Geçtiğimiz 23 Ocak günü, İttihat ve Terakki Fırkası’nca gerçekleştirilen 1913 darbesinin 109. yılıydı.

23 Ocak 1913’te İttihad ve Terakki Fırkası tarafından, dönemin hükümetine bir başka deyişle, Kamil Paşa kabinesine yönelik olarak yapılan darbe, hiç kuşku yok ki, Trablusgrap Savaşı ile Balkan Savaşları’nın ilk safhası gibi dönemin şartları içerisinde değerlendirilmelidir.

Bununla birlikte, bir cemiyet olarak Meşrutiyet gibi büyük ideallerle başlayan İttihat ve Terakki’nin, aradan geçen süre zarfında bir siyasi partiye evrilmesiyle, ideallerle–reel politik arasındaki denge yerine, ikincisi lehine gelişme gösteren bir sürecin ortaya çıktığı görülmektedir.

Bu noktada, bir siyasi partinin salt bir eylem biçimi olarak değil, bunun ötesinde büyük ideallerle başlanan ve nihayetinde gerçekleştirilen Meşrutiyet yönetimine karşı da söz konusu bu darbe, bir yok edici girişim olarak değerlendirilmeyi hak etmektedir.

Her halükârda, söz konusu bu darbe, 1908, 1909 süreçlerinde belirleyici olmasına rağmen, iktidarı kendi tekeline alamayan İttihadçıların, aradan geçen yaklaşık beş yıllık süre sonrasında, bir darbe ile yönetimi ele geçirmeleri anlamına geliyordu.

İyi niyetle veya objektif bir yaklaşımla ele alındığında, darbe/ler süreci ve bu süreci yöneten yöntemlerin, İttihad ve Terakki’nin başlangıçtaki Meşrutiyet talebi ve böylesi bir rejimi getireceği özgürlüklerle ve buna dair sahip olduğu tüm ilkeleriyle çeliştiğini söylemek gerekiyor.

Bu noktada, hiç kuşku yok ki, ortada, birbirinden gayet farklı siyasal unsurları bünyesinde barındıran bir ‘Cemiyet’ten ‘Fırka’ya (siyasi partiye) dönüşen yapının, kendi iç bütünlüğünde yaşanan bozulmaların, kırılmaların belirleyici olduğu ortadadır.

Öyle ki, İttihad ve Terakki’nin bu iki farklı dönemi yani, iktidar öncesi (cemiyet) ve iktidar sonrası (parti) olarak değerlendirildiğinde, Meşrutiyet’le birlikte ortaya konulması beklenebilecek bir siyasal ve toplumsal gelişmeden ziyade, siyasal bir yozlaşmanın giderek hakim olduğu anlaşılıyor.

Bu dönüşümü, gizli bir cemiyetin ‘ulvi denilen emelleri’ ile ardından, dahil olunan aktif siyasal yaşamın gerçeklikleri veya imkânları karşısında siyasal ahlâka direnememe gibi bir durumla karşılaşılır. İktidar olma arzusu, ilkelere bağlı siyaset yapmanın önüne geçer.

Bazı çalışmalarda dile getirildiği üzere, iktidar olmanın sağladığı doğal denilebilecek imkânları, “gayri meşru istifadeler temin etmek isteyenlerin entrikalarına kapılarak, bünyesinde zaaflar ve tefrikalar baş göstermesi” gayet manidardır.[1]

Dönemin meşru kabinesine yönelik bu darbenin, bir iç siyaset gelişmesinde dönemin siyaset yapma biçimlerine uygun olmak yerine, tıpkı 1890’lerin ikinci yarısından itibaren oluşmaya ve gelişmeye başlayan İttihadçıların zihinlerinde, devrim olgusunun gayet kullanışlı bir model olduğunu ortaya koyduğunu iddia etmek mümkün.

Meşrutiyetle birlikte, İttihadçıların karşısında artık, 2. Abdülhamid olmamasına karşın, Osmanlı Devleti’nde bir anlamda, rejimin Meşrutiyet’e dönüştürülmesini sağlamakla gurur duymalarına rağmen, temelde hedefin tüm iktidar aygıtını ele geçirmek ve bunu her şeye rağmen, sürdürülebilir kılmak olduğu anlaşılıyor.

Darbenin ardından Said Halim Paşa’nın sadrazamlığı ve ardından 1. Dünya Savaşı yılları gelir…

Bununla birlikte, içerisinde gayet farklı ideolojik fraksiyonları bünyesinde barındırmakla birlikte, İttihadçıların yegâne özelliğinin bu olmadığı da, diğerleri bir yana, 1913 darbesinde, ‘dış unsurların aktif katılımıyla’ kendini ortaya koyuyor.

Öyle ki, 1913 yılı Ocak ayında, dönemin sadrazamı yani, başbakanı konumundaki siyasetçisi Kamil Paşa’ya yönelik suikast plânının arkasında, Almanya’nın İstanbul büyükelçisi baron Mareşak Dö Biyberştayn ile Müşir Golç Paşa’nın bulunduğu yönündeki yaklaşımlar dikkat çekicidir.

Kamil Paşa, o gün meclise gelmemekle suikasttan kurtulmasının ötesinde, aslında İttihadçıların sahip oldukları ve adına ‘fedailer’ denilen ve o gün meclis binasında ve hatta yakındaki Ayasofya Meydanı’ndaki varlıklarıyla, ne denli önemli bir teşkilat unsuru olduğunu ortaya koyuyor.[2] Öyle ki, fedailerin varlığı, artık bir siyasi partiye evrilmiş olan İttihadçıların, dönemin resmi ve meşru güvenlik sisteminin dışında kendine özgü bir ‘güvenlik’ yapısını, gayri-resmi olarak sürdürmekte olduğuna işaret ediyor.

Bu gayri-resmi yapı, İttihadçıların başından beri eleştirdikleri, 2. Abdülhamid dönemi otokrasisi ve belki de bunun uzantısı kabul edilen ‘hafiyelik’ sistemini bilinçli veya bilinçsiz olarak, bir model olarak ele alıp almadıklarını sorgulatacak bir nitelik taşıdığını söylemek mümkün.

Bir başka açıdan değerlendirildiğinde, “inkılapçı olarak adlandırılan” İttihad ve Terakki Cemiyeti/Fırkası,[3] bu özelliğini dönemin sivil ve meşru siyasetiyle birlikte değiştirme gereği duymamıştır.

23 Ocak darbesinin, 1. Dünya Savaşı’nın eli kulağında olduğu bir zaman diliminde gerçekleşmesi ve yukarıda dikkat çekildiği üzere, payitaht’daki Alman unsurlarınca desteklenen bir nitelik arz etmesiyle, İttihad ve Terakki Fırkası’nın iktidarı ele geçirmesinden kısa bir süre sonra savaşa katılınması arasındaki ilişki incelenmeye değerdir.

Belki de, bu konuda önemli ipuçlarından biri, darbenin ardından İttihat ve Terakki Fırkası’nın askeri kanadı lideri Enver Paşa’nın, darbeden sadece aylar sonra yani, 7 Temmuz 1913’te bir Alman dostuna yazdığı mektuptaki ifadelerde bulmak mümkün gibidir: “… Sizin defne yaprağınızı henüz hak etmedim, ama dört koldan çalışıyor, çok ciddi hazırlanıyoruz. Eğer Balkanlar’daki anlaşmazlık devam ederse harp çıkar. Bu da, Türkiye için hayat demek.”[4]

İttihad ve Terakki’nin 1908 yılında Meşrutiyet’i getiren siyasi vizyonunun inkılâpçı bir tutum sergilemesi, bu yeni rejimin imkânlarının Osmanlı siyasal sisteminin sağlıklı bir şekilde devamlılığı sağlayacağı yönündeki düşüncelerin gerçekleş/e/mediğinin en önemli kanıtlarından biri 23 Ocak 1913 darbesidir.

Darbe, öncesi ve sonrası gelişmeleriyle sadece Osmanlı siyasetinin belirleyiciliğinin de dışında olgularla yüklüdür. Ancak, her halükârda, darbeler ve bunları izleyen süreçler sadece İttihad ve Terakki Fırkası’nı değil, kurtarma emeliyle ortaya çıktıkları Osmanlı Devleti’nin de sonunu getiren süreçlere konu olmuştur.

[1] Enver Paşa. (2017). Enver Paşa’nın Anıları (1881-1908), (Yayına Haz.: Halil Erdoğan Cengiz), 9. Baskı, İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları, s. xix. (ix-xxv).

[2] Metin Hasırcı. (2016). Abdülhamid’in Şifre Katibi Mehmet Selahattin Efendi’nin Anıları: İttihat ve Terakki Cinayetleri, İstanbul: Parola Yayınlar, s. 35.

[3] Funda Selçuk Şirin. (2014). İmparatorluk’tan Cumhuriyet’e bir Aydın: Falih Rıfkı Atay, İstanbul: Tarihçi Kitabevi Yayınları, s. 33.

[4] Beşir Ayvazoğlu. (2017). Siretler ve Suretler, 5. Baskı, İstanbul: Kapı Yayınları, s. 29.

LEAVE A REPLY