Mehmet Özay                                                                                              30.05.2021

29 Mayıs 1453 tarihinin sadece, bu tarihi gelişmenin aktörü olan devletin yani, Osmanlı Devleti için önemli olmadığı, ilköğretimden yüksek lisen öğretimine değin genç nesillere aktarıldığı söylemle bir çağın kapanıp bir çağın açıldığı vurgusu ile bizlere malumdur.

Devletleşme süreci

Temelde, ‘çağ açıp’, ‘çağ kapatma’ olgusunun içinde bulunduğumuz coğrafi ve kültür bölgesinden başlayarak dünyanın farklı bölgelerine doğru bir dalga halinde yayıldığı görülür.

Öncelikle şunu söylemekte fayda var ki, İstanbul’un fethi, Osmanlı’nın devletleşme sürecinin geldiği ve fetihle birlikte ulaştığı devlet ve toplum sisteminin temellerini oluşturmasıyla önem arz etmektedir.

Osmanlı Devleti’nin 16. yüzyıl ve sonrasındaki siyasi ve toplumsal gelişimi, meşruiyeti, bir başka şekilde söylemek gerekirse, toplumsal hafıza ve dünya görüşünün İstanbul’un fethiyle irtibatlandırılması gayet önemlidir. Bu anlamda, devlete bir nizam oluşturması, siyaset ve toplum felsefesi inşasındaki rolü göz ardı edilemez.

Devletin zor zamanlarında bir çözüm uğraşı ortaya konulduğu süreçlerde “kadim” döneme dönüş düşüncesine temel teşkil eden bu fetih olgusudur.

Çözümü asli köklerdeki öz niteliklerde arama çabası, kimilerinin gündeme getirdiği üzere, basit anlamıyla geriye dönüşü değil, aksine asli niteliklerden hareketle ilgili dönemin sorunlarına yeni ve sağlıklı çözüm bulmanın çıkış you ve bunun adı olarak görüldüğünü söylemek gerekiyor.

Avrupa’da çağcılık

Öte yandan, ‘çağ açıp’, ‘çağ kapatmak’ olgusunun şu veya bu şekilde geç Ortaçağ, erken modern ve Rönesans dönemi Avrupa tarihi çalışmalarında da İstanbul’un fethedilmesi olgusuna önem verildiği görülür.

Bu önem, ilerleyen yüzyıllarda özellikle de, Batı Avrupa’da adına Reform (reformation) ve Yeniden Doğuş (renaissance) süreçlerinin yapılandırılmasında, bu süreçlerin ortaya çık/artıl/ması, yönlendirilmesinde bir referans noktası olmasıyla da dikkat çekmektedir.

Bu noktada, başta Batı Avrupa olmak üzere dünya tarihini ele alan akademisyenlerin, araştırmacıların akademik titizlik ve nosyon ile insaf ile örtüşen bağlamlardan ferâgat etmeden yaptıkları çalışmaların Osmanlı Devleti’nin bu girişimle ne yapmak istediğini anlama çabası sergilemektedirler.

İbrahimi gelenek ve medeniyet nosyonu

Osmanlı’nın benzeri hükümdarlıklardan farklılaşmasına ve kendine biçtiği varsayılan düşünce temelleri üzerinde yükselişinin gerçekçi ve sembolik bir ifadesi olarak, İstanbul’un fethi olgusu dünya tarihi açısından da gayet önemli bir sürece konu olmuştur.

Bu noktada, fiziki anlamda bir şehrin ele geçirilmesinin askeri ve maddi girişimlerin bir sonucu olduğu gerçeğini yadsımamakla birlikte, Osmanlı’nın Konstantiniyye’yi ele geçirmesinin kadim dini ve medeniyetler ikliminin kendinde bir özelliği ve devamlılığı olarak anlamak gerekir.

“Fetih” olgusu kavramına da içkin olduğu üzere, bu tarihi hadisenin sıradan bir savaş gelişmesi olarak değil, tam aksine dinler/kültürler/medeniyetler temelli yaklaşımının ürünü olduğuna vurgu yapılmalıdır.

Bu anlamda, tarihi süreçte görünümler dünyasında karşımıza bir İslam-Hıristiyan karşılaşması, kimilerine göre çatışması ileri sürülmekle birlikte, temelde olan bitenin “İbrahimi” (Abrahamic) geleneğin ihyası olduğunu gayet açık seçik bir şekilde ortaya koymak gerekir. Bu çerçevede, karşımıza çıkan tarihi gelişme, kutsalla irtibatlı adalet temelli köklü bir yapıdır.

Bu noktada, bilindiği kadarıyla, Osmanlı Devleti siyasi eliti başta olmak üzere Osmanlı toplumsal düzeninin, Bizans coğrafyası ve Bizans toplumu üzerinde ortaya koyduğu dönemin politikalarının bize bu yönde kafi derecede veri sağladığını söylemek mümkün.

Temelde, İstanbul’un fethi süreci Osmanlı’yı çok kültürlü, çok dinli, çok milletli bir gerçekliğe ulaşmasına ve böylesi bir  yapılaşmaya konu olmasına neden olurken, aslında burada unutulan husus, Osmanlı’nın fetih öncesindeki dönemde sahip olduğu devlet ve düşünce sistematiğinin zaten buna içkin olduğu gerçeğinin unutulmaması gerekir.

Tarihsel gerçeklik ve sapma

Osmanlı’nın bu coğrafi yayılımının modern dönem sömürgecilik ve yayılmacılık nosyonlarının ve bunun sömürge idaresi ve ekonomisiyle açıklanmasından önceki bir hadise olmakla beraber, 19. yüzyıl ve özellikle de 20. yüzyıl çalışmalarında Osmanlı’yı bir sömürgeci devlet olarak algılama yöneliminin bugün de belirli çevrelerde var olduğunu söylemek mümkün.

Bunun anlaşılabilir yönleri olduğuna kuşku yok. Özellikle, Batı sosyal bilimleri ve bunların gelişimi ve yayılımı süreçlerinin burada dikkate alınmasında yarar var.

Öyle ki, adına sosyal bilimler denilen akademik alanın yeşerdiği Batı Avrupa’da özellikle 18. yüzyıl ikinci yarısı ve 19. yüzyıl boyunca yaşanan siyasal ve toplumsal gelişmelerin genellemeciliğe tabi tutularak tüm insanlık tarihini anlamlandırabileceği düşüncesinin belirleyici olduğu görülür.

Söz konusu bu Batı sosyal bilimler alanına nüfuz eden çatışmacılık olgusunun indirgemeciliğine kurban gittiğini söylemek mümkün.

En azından, söz konusu bu sosyal bilimlerin gelişimine kaynaklık teşkil ettiği belirtilen çatışmacılık olgusunun, Batı Avrupa’nın kendini anlama ve anlamlandırma süreçlerinde sıkça başvurduğu veya akademi dünyasında başat bir unsur olarak kendini ortaya koysa da, başka toplumların anlaşılmasında temel dinamiklerin farklı olduğuna işaret etmek gerekir.

Bu çerçevede, İstanbul’un fethi olgusunu, Batı Avrupa’nın teorilerine yaslanmaktan başka açıklama imkanı bulamamış ve bunu orta öğretim ve adına üniversite denilen öğretim kurumlarında, hem bu ülkenin gençlerine hem bu ülkede öğrenim gören çok farklı coğrafyalardan ve milletlerden öğrencilere aktarma çabasının bir tür tarihe ihanetle eş değer olduğunu hatırlatmakta yarar var.

Bu durum, içinde yaşadığımız toplumun sözde akademi dünyasında ve özellikle de, İslam toplum ve medeniyetlerinin anlaşılmasına, gelişmesine katkı yapacağı düşünülen kurumlarında bile yer alanların, kendilerine tanınan akademik özgürlük bağlamını, tarihe ihanet edecek mahiyette kullanmalarına rastlamak mümkündür.

Adaletin yapısallaştırılması

Osmanlı Devleti’nin, bizatihi İstanbul’un fethinin ortaya koyduğu gelişmenin bir sonucu olarak, İslam kültür ve medeniyetinin gayet belirgin bir parçası olarak kayda değer bir önemle gündeme geldiği ortadadır. Bu durum, 15. yüzyıl ve sonrasındaki dönemlerde dünyanın farklı bölgelerindeki İslam toplumlarına, yine döneminin şartları içerisinde ulaşan bir bilgi olmakla bir başka küreselleşmeye neden olduğunu ileri sürebiliriz.

Bizans imparatorlarından Constantine (Konstantin) kurması nedeniyle ve ona atıfla Constantiniyye adı verilen bu şehir, Karadeniz ve Akdeniz arasındaki deniz yollarının tam odağında yer alan ve bu nedenle çok daha erken dönemlerden itibaren var olan ticaret yollarının, çok çeşitli toplumların ulaşım ve haberleşmelerinin, kültür ve medeniyet değişimlerinin ve etkileşimlerinin merkezinde yer alıyordu.

İstanbul’un fethinin konu olduğu gelişmenin, Osmanlı Devleti’nin kısmen Anadolu, biraz daha genişçe Balkanlar coğrafyasındaki bölgesel varlığının döneminin küresel siyasi yapısına doğru evrilmesinin başlangıcı olduğu görülür.

Bu yapılaşma, yukarıda dikkat çekildiği üzere Bizans sahip olduğu var sayılan değerlerin İbrahim’i geleneğe eklemlenmesiyle yeni bir devlet, yeni bir siyaset ve toplum olgusunun ortaya çıkmasına neden olmuştur.

Adına “fetih” denilen kavramın ortaya koyduğu üzere, temelde fiziki olarak şehrin ele geçirilmesinden öte anlamıyla  yeni bir adalet anlayışının kendini ortaya koymaya başladığına ve böylesi bir sürecin geliştiğine tanık olunur.

Bununla birlikte, Osmanlı’nın tarihsel, kültürle, coğrafi bakiyesi olması hasebiyle Türkiye Cumhuriyeti’nin ve bu ulus-devletin içinde yer alan tüm unsurların, bu gelişmeyi nasıl anlamlandırdıkları meselesi ise üzerinde durup düşünülmesi gereken bir husustur.

 

LEAVE A REPLY