benzerliğinden bahsetmek mümkün mü?” sorusu önemlidir. Bir din olarak İslam’ın, Arap Yarımadası’nda ortaya çıkışı ve yayılış serüveni temelde bize bazı ipuçları veriyor.

İslamiyetle tanışma ‘süreci’

Öncelikle, İslamlaşma’dan ne kastedildiğini ortaya koymak gerekir. Bir din olarak İslam’ın Müslümanlar vasıtasıyla, Müslüman olmayan toplumlara ulaştırılması sürecine ‘İslamlaşma’ deniyor.

Bu yaklaşım, bireyin ve toplumun Müslüman/İslam olmasının, anlık ve/ya tesadüfi gerçekleşen bir hadise değil, aksine sürece yayılan bir bağlamı olduğunu ortaya koyuyor. Bu durumda, İslamlaşmanın gayet dinamik ve gelişimci bir nitelik arz ettiği görüşünü yabana atmamak gerekir.

Bu noktada, kelimenin Arapça kökleri ve temel anlamı bize, “s-l-m” yani, teslim olmayı gösterdiğini hatırlatmakta yarar var. Öyle ki, teolojik derinliğine girmeden, insanın tekinin/bireyin ‘teslim olmakla’ kendini bulmak arasında doğrudan bir ilişkisi olduğunu da gündeme getirmek gerekir.

Temelde İslamlaşma bağlamında, “bu süreç olgusunu tanışık olduğumuz, diyelim ki, Ortadoğu coğrafyasından farklı okumalara tabi tutmak mümkün müdür? sorusu, bu kısa yazının konusunu teşkil ediyor.

Bu yaklaşımın, bize alışık olduğumuz ve bu alışkanlığın getirdiği genellemeci formları ve/ya hatta bir tür hakikatmiş algısının yerinden edilmesini sağlamasıyla vurucu bir yönü bulunuyor.

Bu noktada, din olarak İslam’ın yayılma sürecine yani, çeşitli toplumların İslamla buluşmasına; söz konusu bu toplumların yeni bir dini-sosyolojik gerçeğe eklemlenmesine; ona adapte olup, özgün kültürel yapılarıyla karşılıklı etkileşimlerin doğurduğu bir genişlemenin ortaya çıkmasına tanık olunur.

Tüm bu ve benzeri süreçlerde, İslamlaşmaya konu olan toplumların içinde yaşadıkları coğrafya/lar,  onların İslamla ilişkilerinde ve/ya İslam’ı onlara taşıyan toplumlarla ilişkilerinde farklılaşmaların olabileceğini akla getiriyor.

‘Teslim olma’ya hazırlık durumu

Burada iki temel husus bulunuyor… İlki, yukarıdaki ‘s-l-m’ kavramından hareketle, ‘teslim olmaya’ hazır olanlar ile olmayanlar arasında var olduğu ileri sürülebilecek ayrımdır.

İslamlaşma sürecinde, her iki durumun, bize coğrafyalar üzerinden -bir başka ifadeyle söylemek gerekirse-, farklı coğrafyalarda yaşayan insan toplumlarının sahip oldukları özelliklerle, birbirinden farklılaşabileceklerini ve ‘teslim olma’ durumuna farklı karşılık verebilecekleri tezini gündeme getirmemize olanak tanıyor.

İslamiyetin Arap Yarımadası’ndan başlayan yayılma sürecinde, bugünün jeo-politik anlatısı bağlamında Yakın Doğu, Orta Doğu, Batı Asya, Kuzey Afrika denilen bölgelerin doğal hedef coğrafyalar olduğu görülür. Buna, bir tür ‘İslamlaşma rotası’ diyebiliriz…

İslamiyetin, Dört Halife dönemiyle ve bunun ardından gelen Emeviler ve Abbasiler hanedanlıkları dönemlerindeki İslamlaşma süreçleri, yukarıda dikkat çekilen söz konusu coğrafyaların toplumsal ve siyasal ‘doğasına’ içkin ya da bu doğanın akışı ve hatta zorlayıcılığı ile kendini ortaya koyuyor.

Bu coğrafyalardaki mücadeleci niteliğe hazırlık bağlamında, bizatihi Arab Yarımadası’nın İslam öncesi dönemde belirleyici olduğu görülen, bedevi (kırsal) ve şehirli nitelikleriyle öz toplumlarının sahip oldukları mücadeleci/çatışmacı-savaşcı niteliklerinin de, bir tür yön verdiği görüşünü yabana atmamak gerekir.

Adına tebliğ, irşad, propaganda denilen bu sürecin zorlayıcı yanı, ‘s-l-m’ kavramını unutmadan, savaş olgusu ile ortaya çıkan mücadeleci yönüdür.

İslam’ın bir din olarak Mekke ve Medine toplumlarına tanıtılması sürecinde, yukarıda dikkat çekilen coğrafyalara dair Kur’an-ı Kerim’de geçen bazı atıflar aslında, İslamiyetin yayılması sürecinde karşılaşılabilecek olası gelişmelere dair bir ipucu niteliği taşımaktadır.

Örneğin, Rum Suresi’nin hemen başında (ayet: 2-5) dikkat çekilen Yakın/Orta Doğu, Batı Asya coğrafyasının iki önemli siyasal gücünü teşkil eden Bizans (Rum) İmparatorluğu ile Sasani Krallığı arasındaki mücadele yani, savaş boyutu dikkat çekicidir.

Ayetin vurgusu, tarihsel bir gerçeklik olduğu ve bu gerçekliği dönemin Müslüman toplumuna veya olası/gelecek Müslüman toplumuna tanıtma imkânı sağladığına kuşku yok. Bu söylemin, müjde içeren bir boyutunun yanı sıra, Müslümanların benzer bir sürece konu olabilecekleri yönünde, sosyolojik bir vakıaya da gönderme yaptığı da anlaşılmaktadır.

Mücadele/savaşçı bağlam genelleştirmeye açık mı?

Bununla birlikte, mücadelenin savaşçı boyutunun, insan doğasının genelleştirilmeye matuf bir yönü olup olmadığını farklı coğrafyalara bakarak ele almak gerekir. Bu durum, bize aynı zamanda konunun İslamlaşma çerçevesinde değerlendirilmesine de imkân tanımaktadır.

Öyle ki, İslam’ı yayma, tanıtma çabasında tebliğ’in/irşad’ın/propaganda’nın savaşla eşgüdümlü tekilliğe ve genellemeye dayandırılabileceği söylemine eleştirel yaklaşmak gerekir.

Böylesi bir yaklaşımı ortaya koymak, spekülatif bir düşünce geliştiriliyormuş ve/ya bir anlamda, apolojetik bir yönü öne çıkarıyormuş imajı oluşturmak yerine, -aşağıda değinileceği üzere- tarihsel gerçekliklere dayalı olarak, verili-empirik bağlamına oturtmak gayet rasyonel bir tutum olacaktır.

Coğrafi farklılaşma: “deniz-aşırı toplumlar”

Bu noktada, İslamiyetin Yakın Doğu-Orta Doğu, Batı Asya süreçlerinde yayılışının ardından, deniz-aşırı toplumlara ulaşmasındaki süreç, farklılaşan boyutuyla önem taşıyor.

Aslında, bu kısa yazının girişinden itibaren geliştirilmeye çalışılan düşünce, tam da bu farklı süreci anlamaya yönelik bir hazırlıktır.

Deniz-aşırı kavramıyla kastettiğimiz husus, İslamiyetin ulaştığı temelde İran ve Batı Hindistan ile Uzak Doğu’da Çin coğrafyaları üzerinden, çeşitli uluslara mensup alimlerin/hocaların, denizci ve tüccarların rolü ve işleviyle geniş Malay Takımadaları coğrafyasına bir yandan, Batı’dan öte yandan, Doğu’dan geçişi ve/ya yayılışıdır.

İslamiyetin deniz-aşırı toplumlara ulaşmasının dikkat çekici boyutu, pek çok çalışmada birincil hatta salt aktör rolü verilen dışarlıklı nitelikleriyle dikkat çeken ‘tebliğci-mübelliğ’ rolündeki Müslüman kişiler ve gruplar değildir ve/ya bunlarla sınırlı değildir.

İslam’a hazırlıklı oluş

Burada aktörlüğün, en azından eşit rol ve sorumluluk bağlamında dikkate alındığında, yeni bir tez olarak ortaya konulması gereken husus, deniz-aşırı coğrafyalardaki yani, geniş Malay dünyasındaki toplumların dine yani, İslam’a hazırlıklarıdır.

Bu durum, bize söz konusu bu toplumların yeni bir dini yani İslam’ı anlama, algılama, kabul etme, benimseme vb. süreçlerdeki aktif rollerinin İslamlaşmalarının önünü açmada kaçınılmaz bir önemi olduğunu gösteriyor.

Bu hazırlık durumunun, neden ve niçin ortaya çıktığı konusu bu yazının sınırlarını aşmaktadır. Ancak, kanımca coğrafi farklılaşma ve/ya toplumların coğrafyalar üzerindeki dağılımlarının kendinde değeri, ilgili toplumlara kattığı kültürel ve bilişsel anlam ve nitelik, İslamlaşma süreçlerinde de kendini ortaya koymaktadır.

Adalar toplumu olmaklığıyla dikkat çeken geniş Malay dünyasındaki egemen toplumların İslamlaşma süreçlerinin, yazının girişinde bahsi geçen coğrafyalardaki toplumların tecrübe ettikleri süreçlerden farklılaşmasının gayet anlamlı olduğunu düşünüyoruz. Bir diğer ifadeyle, İslamlaşma sürecinin öznesi olan Malay toplumlarının aktörlükleri (protagonist) gayet önemlidir.

Bu aktörlükte, Malay dünyası toplumlarının, örneğin Ada toplumu özelliği taşımaları, doğa ile ilişkileri, spiritüel hazırlıkları, ‘İbrahimi/hanif’ ve ‘fıtrat’ niteliklerini güçlü bir şekilde taşımaları gibi hususlarla ortaya koymak mümkündür.

Yukarıda dikkat çekilen husus, farklı coğrafyalardaki farklı toplumların özellikle de, geniş Malay toplumlarının İslamlaşma süreçlerine dair bugüne kadar gündeme getirilen teorilerin sınırlarını aşmaya matuf bir yönü bulunmaktadır.

Bu noktada, var olan teorileri coğrafi merkez ve aktörlük önceliklerinde dışarlıklı aktörler yerine, Malay toplumlarının aktörlüklerinin yeni bir dini yani, İslam’ı benimsemedeki rolü üzerinde durulmaya değerdir.

 

 

LEAVE A REPLY