Endonezya’da genel seçimlere az bir süre kaldı. Seçim kampanyası yerel ve ulusal düzeyde düşük yoğunluklu olarak sürerken, asıl hazırlıklar 16 Mart-5 Nisan tarihleri arasındaki resmi kampanyaya yoğunlaşıyor. Seçimlere katılması kesinleşen 12 siyasi parti, bir yandan seçim komisyonlarına seçim bütçeleri dahil tüm başvurularını tamamlamaya çalışırken, adaylar da seçim bölgelerinde boy göstermeye başladı. Başkanlık sistemiyle yönetilen ülkede önce 9 Nisan’da 550 sandalyeli ulusal parlamentonun (Majlis Perwakilan Rakyat-MPR) belirleneceği seçimler yapılacak. Ardından, Haziran’da yeni devlet başkanı seçimi için halk yeniden sandık başına gidecek. Bu süreçte oyların %20’sini alan siyasi partiler devlet başkanlığı için adaylarını ilân edecekler. Bu nedenle, parlamento seçimleri önemli bir eşik. Güç dengeleri gözetilerek kimi partiler seçim öncesi ittifak yaparken, kimileri de ittifak sürecini parlamento seçimleri sonrasında ortaya çıkacak siyasi haritaya göre belirlemeyi tercih ediyor.

Bu seçimleri önemli kılan unsur, iki dönemdir devlet başkanlığını yürüten Susilo Bambang Yudhoyono’nun (SBY) bir daha seçilemeyecek olması. Dolayısıyla ülke yönetimine yeni bir ismin gelecek olması oldukça önemli oluşturuyor. Bu sadece iç siyaset açısından değil, bölgesel ve küresel etkileşimler bağlamında da önem taşıyor. İç siyasette halen bitmemiş ‘reform’ süreci yeni Başkanla önce analiz edilip ardından kayda değer bir mecra takip etmesi bekleniyor. Öte yandan, ASEAN’dan başlayarak, Avustralya-Çin-ABD-AB ekseninde uluslararası siyasal aktörlerin gözü de bu önemli siyasi gelişmeye odaklandığını söyleyebiliriz.

Ülke demokrasisi için söylenebilecek ilk husus, iki yönelimli bir bölünmenin varlığının devam ediyor oluşu. Bunlardan ilki, toplam nüfusun %60’ına ev sahipliği yapan Cava Adası; ikincisi ise çeşitli etnik yapılardan oluşan diğer çevre adalardaki nüfus. Hemen burada Başkan adaylarından Prawobo Subianto’nun “ülke siyaseti elitlerin tehdidi altında” sözünü hatırlamak gerekiyor. Bu tehdidin demokrafik karşılığını yukarıdaki bölünmede görmek mümkün.

Peki seçimler kimleri öne çıkarıyor? Adaylar arasında son bir yıldır adı ulusal siyasetin odağına oturan Joko Widowo (Jokowi) siyasetin yeni parlayan yıldızı hüviyetinde. Ancak Jokowi’nin tek başına hareket etmediğini, arkasında ülkenin milliyetçi, kimilerine göre ise ‘sosyalist-milliyetçi’ partisi olan “Endonezya Demokratik Mücadele Partisi” (PDI-P) bulunuyor. PDI-P’nin iki önemli hedefi olduğu gözleniyor. İlki, Jokowi’nin başkanlığı, ikincisi de ulusal parlamento’da yani MPR’da çeşitli koalisyon hesaplarıyla başkanlığı üstlenmek. Bu iki yapı, PDI-P’nin ‘köklere dönüş’, yani 1945 Anayasa ruhuna dönüşü oluşturuyor. PDI-P’nin bir tür ‘iç devrim’ kabul edilebilecek bu dönüşümünde hiç kuşku yok ki iki siyasi parametre şu veya bu şekilde katkıda bulunuyor. Birincisi, reformun bayraktarlığını yapan Demokrat Parti’nin sosyo-siyasi açılımları hakkıyla yerine getirememiş olması; ikincisi ise sözde ‘İslamcı’ söylemle ortaya çıkan siyasi yapıların birer birer etkinliklerini yitirmeleri ve kuruluş temellerinin dolayımından uzaklaşmaları geliyor. Bu ortam, örneğin liberallerin ve sözde İslamcı siyasetin gerilemesi ile milliyetçi algının yeniden nüksetmesi olarak yorumlanıyor. Bunu da Sukarno’nun kızı Megawati’nin önderliğindeki PDI-P’nin yaptığı dikkat çekiyor.

İslamcı partiler üzerinde biraz daha durmakta fayda var. İç siyasette önemli bir potansiyele sahip olan ve argümanlarını İslamcı söyleme dayandıran partilerin varlığı, özellikle 1998 yılında başlayan önemli değişim sürecinde, dikkat çekiyordu. Birbiri ardına kurulan ve sayısı 40’ı geçen bu siyasi unsurların halkın taleplerine ne denli karşılık verebildiği şüpheli. Aslında halkın beklentileri, daha Suharto’nun 22 Mayıs 1998’de görevi bıraktığını açıklamasının ardından Başkanlık koltuğuna oturan ‘üvey oğlu’ B.J. Habibie’nin sivil yaşamında İslami kimliğiyle öne çıkmasından hareketle yapılan yorumlarda görülüyordu. O dönem, geniş kitleler ‘Tamam, seküler lider Suharto’dan sonra İslamcı bir liderimiz oldu’ söylemini dillendiriyordu. Ancak geçen on beş yıl sonrasında bu siyasi eğilimin ülke siyasal zemininde kayda değer bir rol oynadığını söylemek güç. Bunu insan hak ve ihlâlleri, ekonomik değerlerin paylaşımı, yolsuzluk ve adalet kurumunun tesisi, eğitim/sağlık gibi can alıcı konularda yerel ve ulusal politika yapıcılık noktasında beklenen performansı sergileyemedikleri aşikâr. Bu noktada milliyetçi partilerden ayrılmadıkları gibi, vaad edilen ümitler noktasında da sosyal enerjiyi heba ettiklerini iddia etmek mümkün. Üstüne üstlük, mevcut ulusal koalisyonda yer alan böylesi bir partinin üst düzey kadrolarının bulaştığı yolsuzluklar partinin ‘ilkeli’ duruşuna verilen zararlar olarak değerlendiriliyor.

Adaylar arasında asker kökenlilerin varlığı, kimi gözlemcilerce Suhartolu yılların son neslinin varlığı olarak yorumlanıyor. Bu anlamda “Büyük Endonezya Hareketi Partisi” (Gerindra) lideri Prabowo Subianto ve “Halkın Vicdanı Partisi” (Hanura) lideri Wiranto’nun adaylıklarını Suharto’nun siyasal dizaynı içinde ordu mensuplarına biçtiği rol, köy temelli yerel temsil kurumlarından başlayarak ülkede kayda değer rol oynamıştı. Bugün, iki eski generalin adaylıklarını da bu çerçevede okumak gerekir. Ancak bu iki ordu kökenli siyasetçiyi birleştiren bir diğer unsur ise aktif görevleri sırasında insan hakları  konusunda sabıkalarının olması. Bu nedenle, özellikle ABD’nin bu iki isme yaklaşımlarının mesafeli olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle, Jokowi adının öne çıkmasından önce adı Başkan adayları arasında ilk sırada geçen Prabowo ABD’nin Doğu Timor’daki icraatlarına yaklaşımını değerlendirdiği  geçen yıl Kasım ayında verdiği bir demeçte asker olmanın ‘zorunluluklarına’ vurgu yapıyordu.

Bu bağlamlar ışığında, Endonezya ulusal politikasında halkın sağlıklı bir şekilde temsil edilebildiğini söylemek güç. Bunun somut göstergelerinden biri, 2009 seçimleri dikkate alarak söylersek seçmenlerin %30’u aşkın bölümünün sandığına gitmemesinde ortaya çıkıyor. Yani reform ve demokratikleşme söylemlerinin epeyce revaçta olduğu bir dönemde seçmenlerin üçte bire yakın bölümü oy kullanmamayı tercih etmişti. Bununla birlikte bu oran önemli bir potansiyel gücü oluşturuyor. Öyle ki, 2011 yılında ülkenin toplam nüfusunun yani 241.13 milyonunun %.25.69’unu 16-30 yaş grubu oluşturuyordu. Gençlerin bu seçimde nasıl rol oynayacakları ise şimdilik belirsizliğini koruyor.

Mevcut hükümet döneminde özellikle son birkaç yılda ortaya çıkartılan yolsuzluk bağlamlarını hesaba katacakları düşünülürse Nisan ve Haziran’da gençlerin önemli bir kesiminin yine sandık başına gitmemeyi tercih edeceklerini söyleyebiliriz. Gençleri sandıktan uzaklaştıran nedenlerden birinin de Suhartolu yılları tecrübe etmemiş olmalarında aramak gerekir. Aslında burada, bu kitlenin ‘politik eğitimi’ ile siyasi partilerin bu kitleyi verimli bir yapıya dönüştürememesi hiç de azımsanmayacak bir kitlenin ülke siyasal yaşamına şu veya bu şekilde katkısı imkânını ortadan kaldırıyor.

Buna ilâve olarak, ülke siyasetinin ‘merkeze’ sıkışıp kalmasının da bir faktör olarak ele alınması gerekiyor. Bunda kimilerinin iddia ettiği üzere, tek seçmen-tek oy uygulamasının da bir rolü olduğu yadsınamaz. Bu nedenledir ki, bağımsızlıktan bu yana ülke yönetim yapısını ve başkanı Cava Adası’ndan çıkmış ve çıkmaya devam etmektedir. Son on beş yıldır neredeyse her seçim öncesi tartışılan, “Bu sefer başkan Cava dışından olabilir mi?” sorusuna olumlu karşılık verilemiyor. Bu süreci, sadece ulusal parlamento ve başkanlık ayağında düşünmek yanlış. Ulusal partilerin yani “Cava” merkezli siyasi oluşumların diğer adalara uzanan yapısı, ülkenin 33 eyaleti’ndeki yerel parlamentoların şekillenmesinde de merkezin güdümünü ortaya çıkarıyor. Tabii burada Açe faktörünü hatırlatmakta fayda var. Söz konusu 33 eyalet içerisinde Açe’nin otonom statüsü bağlamında kazandığı yerel siyasi partiler bağlamındaki temsili hiç kuşku yok ki, ülkenin modern tarihinde bir kilometre taşı. Kimi diğer eyaletlerin de Açe’nin sahip olduğu bu ‘meşru siyasi hakka’ benzer talepleriyle merkezin kapısın çaldıkları biliniyor.

Ülke siyasetinde 1998 Mayıs’ında Suharto’yla yolların ayrılmasında “yolsuzlukla ve nepotizmle” mücadele öncelleniyordu. Ancak aradan geçen süre zarfında bu konuları aşıp, ülkede arzu edilen sosyal, siyasal ve kültürel refahı sağlama konusunda adımların atılamamış olduğu görülüyor. 1999’da bu ve benzeri hedefleri gerçekleştirmek amacıyla kurulan partilerin süreçte geniş seçmen kitlelerine kendilerini kabul ettirmedeki başarısızlıklarının ardından kurulan Demokrat Parti de liderinin iki dönem başkanlığına ve önemli ‘sivil’ desteğe rağmen, gelip tıkandığı gene aynı noktalar oldu.

 

http://www.dunyabulteni.net/haber-analiz/291591/islamci-partiler-endonezyada-secimlerin-neresinde

LEAVE A REPLY