Mehmet Özay 2 Temmuz 2012
Teritoryal haklar bağlamında Güney Çin Denizi’nde bölge ülkeleri arasında ilişkiler giderek kızışırken, bu çatışmanın odağında yer alan Çin, bugünlerde Hong Kong’da on beş yıllık varlığını kutluyor. Bu bağlamda, Çin-Hong Kong ilişkisi üzerinde durmakta fayda var. Bunun bir nedeni, Çin yönetiminin, görece küçük bir toprak parçası olsa da, sahip olduğu küresel ekonomik getirileri noktasında göz kamaştıran Hong Kong’da ekonomi politikalarını genişletme ve bir anlamda ‘tampon bölge’ uygulama olanağı bulması kadar, siyasi egemenlik noktasında da giderek artan bir şekilde mevcut rejim üzerinde güç denemelerinde bulunuyor olmasıdır. Öte yandan, bir diğer argümanımız, ilkiyle çelişir gibi gözükse de, belki daha ilginç. O da, Hong Kong’un tarihsel birikiminin getirdiği özellikler ile Çin’de bir süredir hayata geçirilmeye çalışılan reformlara şu veya bu şekilde kalıcı katkıda bulunabilme potansiyeli taşımasıdır.
Hong Kong, İngiliz sömürge tarihinin inşa ettiği önemli liman şehirlerinden bir başka deyişle antrepolarından biriydi. Merkezi Hindistan’da bulunan Doğu Hint Şirketi’nin Doğu Asya’da Çin’e uzanan güzergâhında önce Penang Adası ardından Singapur Adası’na konuşlanan İngilizler, Çin İmparatorluğu ile ‘sürtüşmeli’ ilişkilerinde nihayet ‘çapayı’ Hong Kong’a attı. 1997 yılına kadar İngiliz Krallığı’na bağlı olan Hong Kong, son 15 yıldır Çin Devleti sınırları içerisinde bir otonom Eyalet statüsünde. Çin Devlet Başkanı Hu Jintao, 1 Temmuz 2012 Pazar günü gerçekleştirilen yıl dönümü törenleri için Hong Kong’a gelirken, Hong Kongluların merkezi hükümetin yaklaşımlarına dair kaygılarında giderek bir artış gözlenmektedir. Bu kaygının nedenlerine aşağıda değineceğiz.
Hong Kong gibi dünya ekonomisinin ve özellikle de Güneydoğu ve Doğu Asya’nın göz bebeği bir bölge olmasıyla dikkat çekerken, Hong Konglular, İngiliz sömürgeciliğinin modern dönemdeki uzantısı bir siyasi yapıda hayat sürmekten, siyasi ideoloji olarak komünist, ekonomi de liberal yaklaşım sergileyen ve bu anlamda haklar ve özgürlükler noktasında sorunlu bir ülkenin güdümünde yaşamaya başladılar. Haklar ve özgürlükler derken, elbette hafızalardan silinmeyen “Tiananmen Meydanı” bozgunu akla geliyor… “Özel Yönetim Bölgesi” (SAR) statüsüne sahip Hong Kong bugün siyaset bilimcilerce “Tek ülke, ikili sistem” olarak adlandırılan bir idari biçime uyarlı.
Hong Kong’da ‘Basic Law’ adıyla anılan temel anayasada bu durum, iç işlerinde serbest, savunma ve dış politikada merkeze bağlı olarak ‘otonom sistem’ adıyla zikrediliyor. Bu yönetimin en görünür yüzünde ise Hong Kong’u merkezden, yani Pekin’den atanan Özel bir Vali’nin yönetmesi. Pazar günü yapılan törenler sonunda, dördüncü dönem valisi olarak Pekin yönetimine yakınlığı ile bilinen iş adamı Leung Chun-Yinggöreve başlamış oldu. Bu tören vesilesiyle Hu Jintao yaptığı konuşmada Tek ülke, ikili sisteme devam edeceklerini, Hong Kong’u Hong Kongluların yöneteceğini ısrarla vurguladı. Bununla birlikte, bu yönetim sisteminde ince ayrımların olduğunu gözardı etmemek lazım. Hu’nun konuşmasında bu ayrımlar şu iki noktada açığa çıkıyor: ‘ulusal çıkarlar’ adı verilen olgular ile Hong Kongluların çeşitli toplumsal alanlardaki çıkarları; şehrin modern dönemlerin başından itibaren dış dünyayla kurduğu bağın devamı ile dış güçlerin iç işlere müdahale etmemesi.
Yukarıda dile getirilen “ikili sistem”, ekonomik bağımsızlığı akla getirmekle birlikte, Çin’in küresel olarak yükselen bir değer oluşu, Hong Kong’u kendi başına sağladığı başarılar ile eklemlenince, her iki taraf için de “ekonomide birliktelik” söylemi kulağa hoş geliyor ve pratikte de karşılığını buluyor. Zaten bugüne kadar atanan valilerin Komünist partisine yakınlığı ile bilinen iş çevrelerinden gelmesi de bunun bir göstergesi. Merkezi yönetimin, bu özerk şehre verdiği önemi göstermesi ve belki de daha önemlisi, şehir halkının herhangi bir siyasi çalkantıya yol açacak girişimlere meyyal vermemesi için düne kadar sürdürdüğü uluslararası finans, ticaret merkezi olma gibi küresel özelliklerini destekleyici politikaları gündeme getiriyor.
Bu çerçevede, Hong Konglular ekonomi alanında merkezle birleşmekten herhangi bir rahatsızlık duymuyorlar. Ekonomi alanında yaşanan son küresel krizler dikkate alındığında, dünyanın ikinci büyük ekonomisinin desteğini almakla Hong Konglular elbette bu alandaki birliktelikten memnun olmadıkları söylenemez. Hong Kongluların Çin’le ekonomik işbirliğine evet demelerinin somut göstergelerini, Hong Kong’un Çin’e yaptığı ihracat oranının %35’den %52’ye çıkmasında bulmak mümkün. Öte yandan, merkezi hükümet Hong Kong’un sahip olduğu avantajları komşu Shenzhen şehrine taşıma konusunda ciddi yatırımlara bakıldığında Hong Kong’un doğrudan bir etkisi olduğuna kuşku yok denilebilir. Aslında tam da bu çelişkili durum, ekonomik gelişmişlikle haklar arasındaki ilişki üzerinde durmayı gerektiriyor.
Son onbeş yılda ekonomik entegrasyondaki başarı, her iki tarafı memnun ederken, siyasi anlamda henüz büyük çapta ortaya çıkmamış olsa da, bir dizi soruna gebe olduğu söylenebilir. İngiliz idaresinde kaleme alınmış Hong Kong Anayasası’nın “özgürlüklerle” ilgili maddelerinden taviz verilmeyeceği ifadesi Hu’nun konuşmasında yer bulsa da, siyasi olarak merkezin baskısının gündelik yaşamda, örneğin her türlü temsili seçimlerde olduğu gibi, artan bir şekilde hissetmeleriyle kaygılarında artış görülmektedir. Bu anlamda, ekonomik birlikteliğe ‘evet’, siyasi birliğe ‘hayır’ söyleminin giderek taraftar topladığı görülüyor. Valisini bile seçme hakkına sahip olmayan nüfusu yedi milyonu bulan Hong Kong’da, merkezi yönetimin siyasi manipülasyonlarını artırarak devam ettirebileceği yönündeki kaygıları artırıyor. Bu anlamda şehir halkını
n bilinçaltında 1989 ‘Tiannanmen bozgunu’ yattığına kuşku yok. Tören alanına girmeyi başaran birkaç göstericinin yüksek sesle haykırdığı da tam da bu ‘bozgundu’.
n bilinçaltında 1989 ‘Tiannanmen bozgunu’ yattığına kuşku yok. Tören alanına girmeyi başaran birkaç göstericinin yüksek sesle haykırdığı da tam da bu ‘bozgundu’.
Bu durum, -her ne kadar 2017 yılındaki seçimlerde özgürlükleri verileceği yönünde kimi güvencelerden bahsedilse de- özellikle seçim haklarının ellerinden alınmış olması yatıyor. Siyaseten kendilerini Çin vatandaşı olarak görmeyen Hong Kongluların oranında on beş yıl öncesine göre artış olması, gidişatın hiç de arzu edildiği gibi olmadığını ortaya koyuyor. 1997’de kendilerini Hong Konglu addedenlerin oranı %59 iken bugün bu oranın %63’e çıkmış olması, ortada açıkça bir aidiyet ve kültür sorunu olduğunu gösteriyor. Bir yandan, kültürel bir yanılmasanın eseri olarak kendilerini İngiliz eseri ‘Hong Konglu’ sayanlar, Eyaletleri’nin yeni orta sınıf Çinlilerin akınına uğramasından rahatsızlık duyması iki halk arasında aşılması güç bir kültür farklılığının göstergesi olarak ortaya çıkıyor. Hong Kong örneğinden hareketle, ekonomik varsıllık ile bireysel ve kollektif özgürlükler arasında nasıl bir ilişki kurulabileceğini veya süreçte hangisinin daha çok ön plâna çıkacağını göreceğiz.